T.C.
İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ
2013-2014
Akademik Yılı GENEL DEVLET TEORİSİ - II
Bahar
Yarıyılı BÜTÜNLEME Sınavı ÇÖZÜM ÖNERİLERİ 24 Haziran 2014
1. Evrendeki temel unsur
'ruh ve düşünce' mi, yoksa 'madde ve doğa' mıdır sorusuna dialektik materyalizm önermesi nedir, açıklayınız.
Evrendeki oluşumun esasının, ruh ve düşünce mi, yoksa
madde ve doğa mıdır sorusuna tarihsel olarak iki felsefe okulu cevap vermiştir:
İdealist okul, evrenin en temel unsurunun manevi
değerler, yani ruh olduğunu ileri sürer. Tek gerçek ruhtur ve maddeden önce var
idi. Madde üstün ruh tarafından yaratılmıştır. Oysa ruh yaratılmamış olan,
bağımsız tek gerçektir. Onun yarattığı madde ise, bağımsız asli bir varlığa
sahip değildir.
Buna karşılık, Materyalist
okul evrenin madde yani doğadan oluştuğunu savunur. Madde/doğa tek
gerçekliktir. Bağımsız ve asli bir varlık olarak mevcuttur. Duyular ile
algılanan maddi dünya tek gerçekliktir. Ruh olarak iddia edilen manevi şeyler,
maddenin doğa içerisinde çeşitli ve değişik görünümlerinden başka bir şey
değildir. Düşünce maddi organik bir organ olan insan beynin bir ürünüdür.
Yücelik veya kutsallık algısı insanın yarattığı bir yanılgınlıktır.
Marx materyalistir ve dialektiği materyalizme uygulamıştır.
Dialektik, eski yunandaki dialog yöntemine dayanır:
Birbirleri ile çelişen düşüncelerin çatışması
ve çarpışması sonucunda, düşünceyi bu çelişkilerin ötesine geçerek, bu
birbirine zıt düşüncelerin arkasında saklı olan objektif gerçeği bulmaktır.
Hegel’in Alman idealist felsefesine esas teşkil etmiştir: Mutlak değere sahip tek gerçek, manevi nitelikte olan “idée” yani
düşüncedir. İdée zaman içerisinde gelişme sürecinden geçer. Doğanın, maddenin
ve insanlık tarihinin birbirini takip eden gelişme ve olgunlaşma evrelerinde
kendini gösterir ve ifadesini bulur. Düşüncenin ortaya çıktığı birbirini
izleyen evreler, üç aşamalı bir olgunlaşma kuralına tabi olarak gelişir:
Bunlar, tez, antitez ve sentezdir.
Hegel’e göre, düşüncenin zaman içerisinde belli bir andaki durumu, kendi
karşısına kendisi ile çelişen, ona zıt bir düşünce ortaya çıkarır. Böylece
kendi antitezini yaratmış olur. Bunların çatışmasından ortaya çıkan çelişik
durum ise, sentez safhasıdır. Böylece dialektik, zıtların daha yüce bir birlik
içerisinde birleşmek için, birinin diğerinden doğduğu bir ilerlemeyi açıklar.
İlk tez, ilk doğrulamadır. Bu ilk teyid zorunlu olarak kendisine zıt olanı,
kendini reddedeni, ayni antitezini doğurur. Antitez de yine zorunlu olarak
sentezi yaratır. Sentez reddin reddidir. Sentez, tez ile antitezin birbirleri
içerisinde eridiği ve uzlaştığı bir son ve yüce bir sonuçtur. Bu gelişme
çelişkilerin aşıldığı ve ortadan kaldırıldığı birbirini takip eden evrelerdir.
Dialektiğin devrimci ve otodinamik bir süreç olduğunu gösterir. Düşünce bu
süreçteki her çatışma ile ilerleme kaydeder. Hegel'in getirdiği en büyük
yenilik, klasik felsefede düşünceler dünyası özü ve niteliği bakımından statik,
hareketsiz bir dünya iken, dialektik artık düşüncenin değişken, devingen ve
gelişmeci olduğunu ortaya koymasıdır. Tarih tekerrür değildir, çelişkileri
çözümleyen ve yeni çelişkiler doğuran bir gelişme ve ilerleme sürecidir.
Marx’ın dialektiği klasik materyalizme uygulaması, mekanik materyalizmin ezeli geriye dönüş felsefesine yeni bir anlayışa
getirdi. Klasik materyalizme göre, maddeden yani atomlardan oluşan evrende
değişik olayların tezahürü, bu atomlar arasındaki birleşimlerin sonucudur. Zaman
içerisinde geçen an ile onu izleyen an arasında bir fark yoktur. Sadece aynı
madde değişik bir biçimde şekillenmektedir. Evrendeki atomların sayısı sınırlı
olduğu için, bu atomların birleşimleri de sınırlıdır. O halde, yeterince uzun
bir zaman aralığının geçmesi ile, aynı evreden tekrar geçmek mümkündür. Tarih
tekerrürden ibarettir. Evrende gelişme ve ilerleme yoktur ama yalnızca sonsuz
bir tekrar edilegelme olayı vardır.
Marx, bunun böyle olmadığını kanıtlamıştır: madde sürekli hareket halindedir ve kendine özgü bir enerjisi vardır.
Bu hareket gelişmeyi ve ilerlemeyi sağlayan bir olaydır. Maddenin hareket ve
enerjisi dialektik ile devinir. Her sentez yenilik doğuran nitelikte bir
değişmedir. Maddenin enerjisinin kaynağı, içerisindeki iç çelişkiler ve
çatışmalardır. Senteze ulaşırken, maddeyi harekete geçirir ve değişiklikler
yaratırlar. Bu değişme hem niceliksel, hem de niteliksel bir değişmedir. Marx’a
göre, maddeki gelişme ve yenilikleri yaratan niteliksel değişiklikler,
niceliksel değişikliklerden doğar. Maddenin içerisindeki niceliksel değişme,
maddenin niteliği ile belirlenmiş olan doygunluk noktasını aşarsa, niteliksel değişme
olur. Ani sıçrama ve ani atlama ile yeni ve değişik nitelikte bir madde ortaya
çıkar ve her seferinde değişme ve gelişmeye neden olur. Kısaca böylece zamanla
cansız maddeden canlı madde ve canlı madde içerisinde gelişme ile de bilinç,
ruh, vicdan gibi manevi değerler meydana gelir.
Böylece doğa sürekli bir hareket, değişme, yenilenme ve gelişme
halindedir ve bunların özünde var olan çelişik güçlerin sentezi ile sert ve ani
sıçramalar şeklinde ortaya çıkan bir sürekli değişme, gelişme ve ilerleme evrenin
evrimsel gelişimini açıklar.
Marx, dialektik materyalizmi kullanarak, (i) doğa olaylarını, (ii) insanlık tarihini ve (iii) liberal kapitalizmi açıklamıştır.
Felsefe tarihi ve tarih felsefesinin yeniden eleştirisel yorumunu yapmıştır.
2. Marxizm'in özgürlük
anlayışında ‘yabancılaşma sorunu’
nedir, açıklayınız.
Marx'a göre, insanlık tarihinin başında insan özgür doğmamıştır ama doğal yaşama
halinde, doğanın kölesidir ve tamamen ona tabidir. Doğaya hakim olan
yasaları keşfetmesi ve anlaması ile, kölelikten kurtulmaya başlar. Çünkü doğayı
kendi amaçları için kullanmayı öğrenir ve ondan yararlanır.
Ancak özel mülkiyetin gelişmesi ile, sosyal
kölelik ortaya çıkmıştır. Toplum, toprak sahipleri ile sahip olmayanlar
arasında sınıflara bölünmüştür. Bu kez insanlar kendi sosyal ve ekonomik
şartlarının kölesi haline gelmiştir.
Sosyo-ekonomik ilişkilerin karmaşık hale geldiği
sınıflara bölünmüş kapitalist toplum düzeninde bu köleleşmeyi, yabancılaşma
kavramı ile tanımlar. Yabancılaşan insan, kendisini özgür ve yaratma gücüne
sahip olarak doğaya hükmedebilen bir insan olarak görmeyen kişidir. Oysa insan
emeği ile, çalışarak doğayı etkileyebilmiş ve doğa güçlerine hükmederek,
yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamış ve doğa karşısında özgürleşmişti.
Marx'a göre, insanın bu yabancılaşması ve
yozlaşmasının kaynağı, sınıfsal kapitalist ekonomi düzenini belirleyen
sosyo-ekonomik altyapı ilişkilerin çarpıklığıdır ve üst yapı ilişkilerini
yozlaştırır.
➜ Kapitalizmde emekçi üretim
araçlarına sahip olmadığı için, ürettiklerine de ekonomik olarak
yabancılaşmıştır.
➜ Üretim araçları üzerinde özel
mülkiyete sahip olan kapitalist ile sahip olmayan işçi arasındaki sınıfsal
ayrım, kapitalisti insanı insan yapan emekten; işçiyi de emeğinin yarattığı
ürüne sahip olmak mahrum ederek, sosyal yabancılaşmaya iter.
➜ Sosyo-ekonomik alt yapı
ilişkilerindeki yozlaşma, üst yapı da bozar. Birbirine düşman iki sınıfın
toplumsal mücadelesinde üst yapı kurumu olan devlet ekonomik bakımdan güçlü
kapitalistin bir zorlama ve baskı aracı haline gelir ve siyasal
yabancılaşmaya neden olur.
➜ Kapitalizm safhasında, insan henüz
tarihsel gelişimini tamamlamamıştır. Kendi gücünün ve üstünlüğünün tam
bilincine varamamıştır. Daha henüz neye kadir olduğunu tam anlayamamış iken,
kendi gücünü kendisinin dışında doğada görmüştür. Kendi zayıflığı ve
eksikliğini din inancı ile kapatmaya çalışmıştır. Kendi dışında gördüğü tam
anlayamadığı her şeyi, kendi yarattığı Tanrı imajı ile açıklamaya çalışmıştır. İnsan
tarihsel gelişimini tamamlıyamamış, tam olgunluğa erişememiş, gerçek gücünün
bilincine henüz ulaşamamış iken, kendi yarattığı, olması gereken mükemmel ve
güçlü bir Tanrı tasviri ile kendisini kandırmaya başlamıştır. Sonuçta Marx'a
göre, din cehalettir, yozlaşmadır ve insanı yabancılaştırır. Din, insanı
Tanrıya kul yapan bir köleliktir.
Kapitalizmde kölelikten kurtulmak ve özgürleşmek için,
insanlar önce yaşama biçimlerini belirleyen objektif koşulların bilincine
varmalıdırlar ve ancak o zaman bu koşulları değiştirerek sosyal determinizmin
zincirini kırabilirler.
3. ‘Nasyonal Sosyalizm'de ırkçı totaliter devletin görevi nedir,
açıklayınız.
Nasyonal sosyalizmde devlet otoriterdir,
totaliterdir ve ırkçıdır. Devletin görevi,
Alman halkının bütünlüğünü ve ilerlemesini sağlamak için, Alman ırkını korumak
ve geliştirmektir.
Alman halkının oluşturduğu bütün "volks-gemeinschaft"
dır ve onun ırk birliğine dayanır. Burada ırk biyolojik anlamda
değerlendirilir. Genetik olarak aynı kökten gelenlerdir. Alman halkı
içerisindeki kuzey aryen ırkı saftır ve bu saflığın korunması ve yüceltilmesi
gerekir. Çünkü saf aryen ırkı hem fiziksel, hem de manevi ve entellektüel
yetenekler bakımından üstündür ve Alman uygarlığının yapıcı gücünü oluşturur.
Dolayısı ile ırklar arasında eşitsizlik vardır. Irkçı devletin kutsal görevi, Alman
halkı içerisinde kuzey aryen ırkının saflığını sağlamak ve korumaktır.
Bunu gerçekleştirecek nasyonal
sosyalist devletin kendine özgü nitelikleri vardır:
Devlet totaliter ve otoriterdir. Volks-gemeinschaft, tek adam, Führer
tarafından yönetilir ve yönlendirilir. İktidar iradesi, Führer'in iradesidir.
Devlet erki bütünüyle Yüce şef, Yüce önder, Führer'e indirgenmiş ve onun
emrindedir. Böylece volks-gemeinschaft ile Führer arasında tek partili yönetime
dayanan bir devlet sistemi ortaya çıkar. Nasyonal Sosyalist devlet, liberal
düzeni, parlamenter düzeni ve çok partili düzeni reddeder. Yahudileri ve Marxizmi
en büyük düşman ilan eder.
İnsanlar arasında ırksal eşitsizliğe
inanır. Yahudiler en aşağılık ırktır. Toplumu hiyerarşik bir düzende görür. En
üste Alman aryen ırkı vardır. Devletin amacı, yahudi marxizmin milliyetçilikten
uzaklaştırdığı, Alman halkını millileştirmektir.
Nasyonal sosyalizm, İtalyan
Faşizmden farkıdır:
İtalyan faşizmi devleti kutsallaştırır. Devlet başlı başına amaç ve son
hedeftir.
Nasyonal sosyalizmde devlet sadece bir araçtır, bir kalıptır, ihtiva
edendir. Asıl önemli olan, muhtevadır. Muhteva ise, volks-gemeinschaft'dır, ırk
birliğine dayanan Alman hakkının oluşturduğu bütündür. Üstün Alman uygarlığının kurulması için, bir
ön şarttır ama onun kurulmasının doğrudan bir sebebi değildir. Gerçek sebep,
muhtevası volks-gemeinschaft'dır. O halde devlet, fiziksel ve moral bakımından
aynı ırktan gelen insanların topluluğunu destekleyecek ve geliştirecektir.
Bu görevini iki şekilde
yapar:
İçte kuzey aryen
ırkının saflığını korumak ve geliştirmektir.
Dışta ise, bütün
Almanları büyük bir Alman devletinin içerisinde toplamak ve bütün Almanlara
yaşam alanı yaratmaktır. Böylece devlet, üstün ırka dayanan Alman uygarlığı
kurarak, onun doğal egemenliğini gerçekleştirebilecek alanları temin edecektir.
Devlet bu görevini yerine getirirken, kuzey aryen ırkının saflığını bozan melezlemeleri önleyecektir.
Bunu iki yolla yapar: devlet propagandası
ve eğitim araçları ile.
4. İnsanın insan tarafından
sömürülmesine yol açan liberal sistemin mülkiyet anlayışına karşı, Sosyal devlette mülkiyet hakkı nasıl
tanımlanır, özelliklerini açıklayınız.
Liberal devlette mülkiyet anlayışı,
kapitalizme geçiş ile bir sömürü aracı haline gelmiştir. Liberal kapitalizmde
bireysel mülkiyet, kapitalist mülkiyete dönüşmüştür. Sermayenin tekelleşmesi
ile, sermaye sahipleri ekonomik hayata hükmetmeye başlamıştır. Tekelci kapitalistler,
üretim araçları üzerinde sahip oldukları mülkiyeti, insanın insan tarafından
sömürülmesine yol açan bir araç haline getirmişlerdir. Bu durumda toplumsal
yararı, tekelci kapitalistlerin ayrıcalıkları karşısında koruyabilmek mümkün
değildir. Siyasi egemenlik ulusa aittir denilse de, ekonomik güçlerin iktidarlarının
kaynağı, ulusun iradesi değil ama sahip oldukları mülkiyettir.
Oysa sosyal hukuk devleti,
bireyi hedef alır ve onun huzur ve refahını gerçekleştirir ve güvence altına
alır. Bunun için, adil bir hukuk düzeni kurar ve bu düzenin devam etmesini
sağlar. Bu düzen sadece bireyin yararını esas almaz ama toplumun yararını da düşünür.
Kişi ile toplum arasında bir denge kurar.
[Toplumsal
yarar için liberal devlet sistemindeki mülkiyet hakkı iki yolla ıslah
edilebilir:
(i) mülkiyet hakkının sahibi değiştirilir: mülkiyet hakkını bireyin
elinden alarak, toplum adına devlete devretmek, yani kollektif mülkiyet bu
sorunu halledebilir. Ancak bu ideal bir çözüm olmayabilir. Çünkü Devleti
yönetenlerin, tekelci kapitalistler gibi, mülkiyet hakkını kötüye kullanarak
devletin bir baskı aracı haline getirmeleri mümkündür. (Marx'ın eleştirisini
hatırlayın)
(b) mülkiyet hakkının niteliği değiştirilir: mülkiyet hakkına bir
sosyal fonksiyon niteliği verilir. Böylece mal sahibi sosyal yükümlülükler
altına girer. Toplumun sosyal ekonomik çıkarlarına hizmet edecek şekilde
bireysel mülkiyetin kullanım hakkı sınırlanır.]
Sosyal devlet, ikinci çözüme yakın bir yol izler: Mülkiyet hakkı liberal
devletteki gibi artık doğal bir hak
niteliği taşımaz. Sınırlı nisbi bir
hak niteliğindedir. Mülkiyet hakkının sahibi, bu hakkını dilediği gibi
sınırsız olarak kullanamaz. Artık toplum yararını gözeterek kullanacaktır. Bu ise,
mülkiyet hakkının sosyal fonksiyonudur. Böylece mülkiyet hakkını kendi
çıkarları için kullanırken, toplumun yararına ve toplumun ihtiyaçlarına uygun
bir şekilde olmasına özen gösterecektir. Sosyal devlette, kamu menfaati
düşüncesi vardır.
Niteliği itibarıyla, mülkiyet hakkı temel
haklardandır. Korunması ve saygı gösterilmesi gereken bir temel haktır.
Öyle ki, bu hakkın miras yolu ile transferi kabul edilir. Örneğin: 1961 ve 1982
TC Anayasalarında "Herkes, mülk ve miras haklarına sahiptir." hükmü
vardır.
Ancak temel bir hak olması, mülkiyet hakkına sosyal devlette sosyal bir
fonksiyona sahip olmasını engellemez. Çünkü mülkiyet hakkı kamu yararı amacı
ile sınırlanabilir ve kullanımı kamu yararına aykırı olamaz. Bu yüzden mülkiyet
hakkı mutlak değildir. Toplum yararı ile çatıştığı alanlarda, toplum yararı
üstün tutulur. Bu yaklaşım hem 1961, hem de 1982 Anayasalarında benimsenmiştir:
Kamu menfaatinin gerektirdiği ve zorunlu kıldığı hallerde, yasa ile mülkiyet
hakkına sınırlama getirilebilir. Bu tür sınırlamalar 1982 Anayasasında hem mülk
edinme; hem mülkiyet hakkının kullanılması; ve hem de mülkiyet hakkına son verilmesine
ilişkin olarak düzenlenmiştir. Devlet, özel mülkiyete konu olan mülklerin,
sosyal fonksiyonları devlet eliyle daha iyi yerine getirebileceğini
düşünebilir. Böyle uygun gördüğü hallerde, mülkün hak sahiplerini
değiştirebileceği gibi, devlete de devredilmesini sağlayabilir: bu amaçla kamulaştırma ve devletleştirme (millileştirme) anayasalarımızda kabul edilen
yöntemlerdir.