18 Haziran 2012 Pazartesi

Hukuk Fakültesi Milletlerarası Hukuk-II Bahar Yarıyılı Sonu Sınavı Cevap Anahtarı


ERÜ HUKUK FAKÜLTESİ
2011-2012 Akademik Yılı MİLLETLERARASI HUKUK – II:
Bahar Yarıyıl Sonu Sınav Soruları 30 Mayıs 2011, 11:00

ÖNERİLEN CEVAPLARIN ANA HATLARI

1.) Türkiye ve Yunanistan Ege Denizi'nde karasuları, kıta sahanlığı, egemenliği tartışmalı adalar, hava sahası ve FIR hattına ilişkin hukuki uyuşmazlıklara sahiptirler. Bunlardan
a) kıta sahanlığı sınırlandırılması veya
b) karasularının genişliği ve sınırlandırılması konularından BİR tanesini tarafların görüşleri çerçevesinde inceleyiniz.

a. KITA SAHANLIĞI KONUSUNDA HUKUKSAL GÖRÜŞLER
Türkiye ile Yunanistan arasındaki kıta sahanlığı sorunu nitelik itibarıyla iki ayrı uyuşmazlıktan ibarettir:
i) kıta sahanlığı sınırlandırılmışının özüne ilişkin uyuşmazlık;
ii) bu uyuşmazlığın hangi yollarla gözüme bağlanması gerektiğine ilişkin uyuşmazlık.

Kıta sahanlığı sınırlandırılmasının özüne ilişkin görüşler:

A. Yunan görüşü
i) Yunan Devletine ait adaların ve kıta ülkesinin siyasal ve ülkesel bir bütün oluşturması;
ii) adaların da kıta ülkeleri gibi kıta sahanlığına sahip olmaları;
iii) Türkiye ülkesi ile adalar arasındaki kıta sahanlığı sınırlandırmasının eşit uzaklık çizgisine göre yapılması gerektiği

1. 'Siyasal ve ülkesel bütünlük ilkesi'
Türkiye'nin karşısında bunan adalar Yunan ülkesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Yunan egemenliğinde bulunan bu adaları kıta ülkesinden ayırmadan ve Yunan ülkesini bir bütün olarak ele almak gerekmektedir.
1a.) Türkiye ile Yunan Adalarının En Doğuda olanı Arasında Sınırlandırma Olması:
Yunanistan, ülkesel bütünlüğünü ileri sürürken Ege'de takımadalara sahip olduğunu da belirterek bu adalar ile kıta ülkesinin Ege'deki sular da dahil bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğini açıklamaktadır. Böylece, kabul ettirebilirse, Ege'de takımada oluşturan adaların uç noktalarını birleştirmek suretiyle elde edilecek olan bir takımada suları rejimi aracılığıyla adaları ile kıta ülkesini birleştirmeye çalışmaktadır.

2. 'Adaların kıta sahanlığına sahip olması ilkesi'
Yunanistan'ın Ege'de Türkiye'ye karşı başvurduğu ikinci iddiası, adaların da kıta ülkeleri ile eşit bir biçimde kıta sahanlığına sahip olmalarına ilişkindir.
Yunanistan için, 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesinin 1: madde (b) fıkrasının adaların kıta sahanlığını da kıta ülkelerininki gibi tanımlamış olması, adaların da kıta sahanlığı konusunda kıta ülkeleri ile eşit haklara sahip olduğunu belirtmektedir.
Aslında Yunanistan'ın bu iddiası iki öğeyi içermektedir:
i) adaların da kıta sahanlığı hakkı var;
ii) adaların kıta sahanlığı sınırlandırması sırasında kıta ülkeleri ile eşit koşullarda ele alınması gerekmektedir.
Yunanistan bu iddiası ile, siyasal ve ülkesel bütünlük iddiasına dayanarak Ege'yi tümüyle bir Yunan ülkesi durumuna getirmesinin olanaksızlığı karşısında, adalara karasularının dışında olabildiğince geniş kıta sahanlığı alanları sağlamayı amaçlamaktadır.

3. 'Türkiye ile adalar arasında eşit uzaklık ilkesinin uygulanması'
Türkiye ile adaların Türkiye kıyılarına en yakın bulunanları arasında kıta sahanlığı sınırlandırılması eşit uzaklık ilkesine göre yapılması gerektiği iddiasıdır.
Böylece, Yunan iddiası bu konuda da iki öğeyi içermektedir:
i) andlaşma yapılamamışsa, kıta sahanlığı sınırlandırılmasında genel ilke olan eşit uzaklık ilkesinin uygulanması gerekmektedir;
ii) Türkiye ile Yunanistan .arasındaki sınırlandırma Türkiye'ye en yakın bulunan adalar ile eşit uzaklık ilkesine göre yapılmalıdır.
Uygulanan uluslararası hukuk Yunanistan'ın bu iddialarını da her türlü dayanaktan yoksun bırakmaktadır. Bir kere, 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesinin bu hükmünün bir örf ve adet kuralı niteliği kazanmış olması olasılığı çok zayıftır.

B. Türk görüşü
i) Kıta sahanlığı sınırlandırılması bir andlaşma ile gerçekleştirilmelidir;
ii) kıta sahanlığı sınırlandırılmasında doğal uzantı esastır; bir kıta ülkesinin doğal uzantısında yeralan adaların kendi adlarına kıta sahanlığı yoktur;
iii) andlaşma yapılamadığı zaman sınırlandırma hakça ilkelere göre yapılmalıdır;
iv) Adalar özel durum oluşturmaktadırlar;
v) Ege bir yarı-kapalı deniz olup burada kıta sahanlığı sınırlandırılması hakça ilkelere göre yapılır;
vi) Ege'de kıta sahanlığı sınırlandırılması öteki  sorunlar gibi Lozan Andlaşmasınm kurduğu denge üzerine gerçekleştirilmelidir.

1. Andlaşmanın esas olması
Türkiye'nin Ege'de kıta sahanlığını andlaşma yoluyla sınırlandırma görüşü, Ege kıta sahanlığı sınırlandırmasının görüşmeler sonucunda gerçekleştirilecek bir andlaşma ile yapılmasını savunmaktadır.

2. Doğal uzantının esas olması
Kıta sahanlığı sınırlandırmasında doğal uzantının esas olduğu görüşüdür. Türk görüşüne göre, Ege'de bu ilkeyi uyguladığımız zaman, bu deniz yatağının önemli bir bölümü Anadolu yarımadasının doğal uzantısını oluşturmakta olup, adaların kendi başlarına bir kıta sahanlığı alanına sahip olmadıkları görülmektedir

3. Hakça ilkelerin uygulanması
Kıta sahanlığı sınırlandırmasında hakça çözümün esas amaç olduğu ve bu nedenle hakça ilkelerin uygulanmasının gerektiği görüşü oluşturmaktadır.

4. Adaların 'özel durumlar' oluşturması
Bir, bölgede adaların bulunması kıta sahanlığı sınırlandırması açısından 'özel durumlar' oluşturduğu ve bunların özellikle coğrafi konumları ve öteki özelliklerine bağlı olarak değerlendirilmesi gerektiği görüşüdür.

5. Ege denizinin 'yarı-kapalı deniz' olması
Ege'nin bir 'yarı-kapalı deniz' olduğu ve bu nedenle burada bölgenin niteliğine uygun olarak özel kuralların uygulanmasının gerektiği görüşüdür.

6. Lozan dengesi
Yarı hukuksal yarı siyasal nitelikli bu son Türk_görüşü ile, Lozan Andlaşmasının Ege denizinde Türkiye ve Yunanistan arasında bir denge kurduğu ve bunlarca eşit kullanımının gerektiği bildirile­rek bu dengenin kıta sahanlığı sınırlandırılması açısından da gözlenmesi savunulmaktadır.


b. KARASULARI GENİŞLİĞİ VE SINIRLANDIRILMASI KONUSUNDAKİ HUKUKSAL GÖRÜŞLER
Burada anlaşmazlık konusu Yunanistan'ın karasularını 12 mile çıkarıp çıkaramayacağı ile ilgilidir.

A. Yunan görüşü
Yunanistan'ın bu konuda ileriye sürdüğü ana görüşler şunlardır:
i) karasularının 12 mil genişliği uygulanan uluslararası hukukun genel bir kuralı olarak kabul edilmiştir;
ii) Bu kural Ege'deki adalar için de uygulanabilir bir kuraldır;
iii) 12 mil karasuları genişliğini saptamak kıyı Devletinin egemenlik yetkisine girmektedir.

1. 12 milin genel kural oluşturması görüşü
Yunanistan'ın karasularının 12 mile kadar genişletilmesinin yalnızca Sözleşmede yeralması gereken bir kural olarak değil, fakat uluslararası hukuka ve uygulamaya da uygun bir kural olarak varolduğunu savunduğu görülmektedir. 1982'de B.M. Deniz Hukuku Sözleşmesinin 3. maddesinin de karasularının genişliğinin 12 mili aşmayacak bir biçimde saptanabileceğini öngörmesi ürerine, Yunanistan, bu Sözleşmenin çok büyük sayıda Devletçe Konferansta kabul edilmesini 12 milin genel ve herkes bakımından geçerli bir kural olduğunu kanıtladığını ileri sürmektedir.

2. '12 mil Ege'de adalara da uygulanabilir' görüşü
12 millik karasuları genişliğinin Ege'deki adalara da herhangi bir kuraldışılığa yer vermeden uygulanması olmaktadır. Bu amaçla III. Deniz Hukuku Konferansı sırasında Türkiye'nin ileri sürdüğü özelliği olan denizlerde bu genişliğin ilgili taraflarca ve hakça ilkelere göre saptanması gerektiği görüşüne karşı çıkan Yunanistan, ülkesel bütünlük ilkesini burada da ileri sürmektedir. Yine, Yunanistan'ın Konferansa sunduğu maddeler taslağında adaların da kara ülkeleri ile aynı kurallara göre değerlendirilmesi gerektiği hükmü yeralmaktadır.

3. 'Karasularını saptamak kıyı Devletinin egemenlik yetkisindedir' görüşü
Uluslararası hukukta 12 mil olarak kabul edildiğini ileri sürdüğü karasuları genişliğine kadar, bu yetkinin kullanılmasının kıyı Devletinin egemenlik yetkisi içinde bulunduğu ve dolayısıyla takdir yetkisini istediği gibi kullanabileceği görüşüdür.

B. Türk görüşü
Resmî Türk görüşleri ise özellikle şunlar olmaktadır:
i) karasularının genişliğine ilişkin genel ve her yerde uygulanabilecek tek düze bir kural yoktur ve ol­mamalıdır;
ii) karasuları genişliği saptanırken denizlerin coğrafi özellikleri gözönünde tutulmalıdır.

1. Bu konuda genel ve tek düze bir kuralın yokluğu ve olmaması gerektiği
Türkiye karasularının genişliği konusunda genel olarak kabul edilen ve dünyanın her bölgesinde uygulanacak tek düze bir kuralın olmadığını III. Deniz Hukuku Konferansının başlaması ile Karakas'ta açıklamış ve bu tutumunu sürdürmüştür. Konferans boyunca Türk heyetince tekrarlanan bu görüş, 1982 B.M. Deniz Hukuku Sözleşmesinde yeralan 12 mile kadar karasuları ilan edilebileceği hükmüne açıkça öngörülen kuraldışılıklar eklenmesini sağlayamamışla da, bugünkü koşullarda böyle bir kuralın Türkiye'ye karşı ileri sürülmesini de engellemektedir.
Zira, en başta, Türkiye Sözleşmeye taraf değildir.
Ancak, bir gün bu yönde bir kuralın örf ve adet kuralı değeri kazanması durumunda da böyle bir kuralın buna başından beri karşı tutum alan Türkiye bakımından uygulanmaması gerekmektedir.

2. Bu konuda  denizlerin coğrafi  özellikleri gözönünde bulundurulmalıdır.
Karasuları genişliği saptanırken coğrafi özellikleri olan denizlerin gözönünde tutularak bunlar için durumlarına uygun hükümlerin öngörülmesi görüşü iki temel üzerine oturmuştur:
i) yarı-kapalı denizlerde genel kuralın uygulanmaması;
ii) bir Devletin karasularım saptarken komşu Devletin açık denize doğrudan çıkmasını engelleyemeyeceği.

2.) Aşağıdaki sorulardan sadece BİR tanesini seçerek cevaplandırınız.

a) İkinci Dünya Savaşından bu yana uluslararası ceza yargısını oluşturan mahkemelerin gelişmesini ilgili andlaşmalar ve statüler çerçevesinde anlatınız.

Nuremberg ve Tokyo yargılamaları

Nuremberg kovuşturmaları için zemini hazırlama, savaşın sona ermesinden sonra toplanan ve dört büyük güçle, Birleşik Krallık, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği ile sınırlı olan Londra Konferansı’nda olmuştur. Avrupa Ekseninde Büyük Savaş Suçlularının Kovuşturulması ve Cezalandırması ile Uluslararası Askeri Mahkeme (UAM) Şartını Kurma Anlaşması, 8 Ağustos 1945 tarihinde resmen kabul edilmiş ve dört gücün temsilcileri tarafından derhal imzalanmıştı. Uluslararası Askeri Mahkeme Şartı, Anlaşmaya eklenmişti.
Ekim 1945 tarihinde, yirmi dört Nazi lideri hakkında iddianame hazırlanmış ve Büyük Savaş Suçlularının Yargılanması olarak bilinen yargılanmalarına takip eden ayda başlanmıştı. Yaklaşık bir yıl sonra, bu yargılamalar, on dokuz sanığın mahkum edilmesi ve on iki davada ölüm cezası verilmesi ile neticelenmişti. Mahkeme’nin yargı yetkisi üç kategori suç ile sınırlandırılmıştı: barışa karşı suçlar, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar. Uluslararası Askeri Mahkeme Şartı, suçlar işlendikten sonra kabul edilmiş ve bu nedenle ex post facto suç oluşturmakla eleştirilmişti. Mah­keme, bu tür argümanları reddederek savaş suçları için 1899 ve 1907 Lahey Sözleşmelerine ve barışa karşı suçlar için 1928 Briand-Kellogg Paktına gönderme yapmıştı. Mahkeme ayrıca, ceza normunun geçmişe yürümesi yasağının adaletin bir ilkesi olduğunu ve Nazi suçlularının cezasız bırakılmasının adalete karşı gelmek olacağını belirtmişti. Bu argüman, çok az örneği olan insanlığa karşı suçlar kategorisi bakımından özellikle önemliydi.
Aralık 1945 tarihinde dört Müttefik kuvvet, Uluslararası Askeri Mahkeme Şartı’nın bir bakıma değiştirilmiş bir versiyonu olup Kontrol Konseyi Yasası No. 10 olarak bilinen belgeyi düzenlemişti. Bu belge, Galip Müttefik Devletler tarafından askeri mahkemeler önünde gerçekleştirilen bir dizi yargılamalar ve Alman mahkemeleri tarafından yapılan ve on yıllarca süren sonraki kovuşturmalar için hukuki/yasal dayanağı sağlamıştı. Sivil mahkemeler tarafından Almanların kovuşturulmasında uygulandığı için gerçekte iç hukukun bir parçası olan Kontrol Konseyi Yasası No. 10, Nuremberg Mahkemesi Şartı’nda yer alan insanlığa karşı suçlar tanımını geniş ölçüde ödünç almıştı. Bu yargı­lamalar, yargıçlar, doktorlar, bürokratlar ve askeri liderler gibi sanık grupları üzerinde odaklanmıştı.
Pasifik sahnesinde, Galip Müttefikler, Uzak Doğu için Uluslararası Askeri Mahkemesini kurmuştu. Japon savaş suçluları, Nuremberg’de kullanılanlara benzer hükümler altında yargılanmıştı. Yargıçlar kürsüsü daha kozmopolitti, Hindistan, Çin ve Filipinler dahil on bir ülkeden gelen yar­gıçlardan oluşuyordu, oysa Nuremberg yargıçları dört büyük güç olan Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Fransa ve Sovyetler Birliği tarafından atanmıştı.
Nuremberg’de Nazi savaş suçluları, savcının ‘soykırım’ olarak adlandırdığı suç ile itham edilmişti. Fakat bu terim, Statünün esasa ilişkin hükümleri arasında geçmiyordu ve Mahkeme Nazi savaş suçlularını, Avrupa’daki Yahudi halka karşı işlenen gaddarlıklardan ötürü ‘insanlığa karşı suçlar’dan mahkum etti. Mahkeme hükmünün verildiği haftalarda, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda bu alandaki mevzuatı ilerletmek için çabalar başladı. Aralık 1946 tarihinde, soykırımı uluslararası hukuka karşı bir suç ilan eden ve bu konuda bir sözleşme hazırlanması çağrısında bulu­nan bir karar kabul edildi. İki yıl sonra Genel Kurul, Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesini kabul etti. 1948 Sözleşmesi Madde II’de düzenlenen soykırım tanımı, değiştirilmeden Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsüne Madde 6 olarak dahil edilmiştir. Sözleşme ile aynı gün kabul edilen bir Genel Kurul kararı, Uluslararası Hukuk Komisyonunu, Madde VI ile taahhüt edilen mahkeme statüsünü hazırlamaya çağırmıştı.

Uluslararası Hukuk Komisyonu

Soykırım Sözleşmesi Madde VI’dan kaynaklanan bir uluslararası ceza mahkemesi statüsü ha­zırlama görevinin yanı sıra, savaş suçlarının kovuşturulması konusundaki savaş sonrası coşku içerisinde Genel Kurul, Komisyon’dan ayrıca ‘Nuremberg İlkeleri’ olarak bilinen belgeyi hazırlamasını, ki bu görev 1950 yılında tamamlanmıştı, ve ‘Barışa ve İnsanlığın Güvenliğine Karşı Suçlar Kodu’nu hazırlamasını, ki bu iş oldukça uzun sürmüştü, talep etmişti.
Genel Kurul sonunda, 1974 yılında bir saldırganlık tanımı kabul etti, fakat önerilen uluslararası ceza mahkemesi konusunda çalışma hemen tekrar başlamadı. 1954 taslak metninin esastan değişik bir versiyonu Komisyon tarafından 1991 yılında geçici olarak kabul edildi ve tepkileri için Üye Devletlere gönderildi.
Fakat kod, zorunlu bir uluslararası yargı yetkisi içermiyordu. Çalışmanın bu yönü 1989 yılında, Berlin duvarının yıkıldığı yıl, başlatıldı. Narkotik sorunlarla ve bunlarla ilişkili ulus aşan suçlarla uğraşan bir kaç Karayip Devletinden biri olan Trinidad ve Tobago, Genel Kurul’da, Uluslararası Hukuk Komisyonu’nu, suçlara ilişkin taslak kod çalışması kapsamında bir uluslararası ceza mahkemesi konusunu değerlendirmeye sevk eden bir karar çalışmasını başlattı. 1993 yılında, Komisyon taslak bir statü hazırladı. Taslak metin takip eden yılda, 1994’de, Komisyon hazırlamış olduğu uluslararası ceza mahkemesi nihai taslak statüsünü Genel Kurula sundu.
1994 taslak statü ve 1996 taslak kod, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin hazırlanmasında yeni ufuklar açan bir rol oynamıştı.

Ad hoc mahkemeler

Bir uluslararası ceza mahkemesi taslak statüsü, Uluslararası Hukuk Komisyonu’nda değerlendirilirken, olaylar eski Yugoslavya’da işlenmeye başlanan gaddarlıklar için bir ad hoc mahkeme kurulmasını zorunlu kıldı. 1992’in sonlarında, Bosna’da savaş şiddetle sürerken, Güvenlik Konseyi tarafından kurulan bir Uzmanlar Komisyonu, işlenmiş olan ve işlenmeye devam eden bir dizi savaş suçu ve insanlığa karşı suç belirledi.
22 Şubat 1993 tarihinde, Güvenlik Konseyi ‘eski Yugoslavya topraklarında 1991’den beri işlenen ciddi insancıl hukuk ihlallerinden sorumlu kişileri’ kovuşturmakla görevli bir mahkemenin kurulmasına karar verdi. Genel Sekreter tarafından önerilen taslak, değiştirilmeksizin Güvenlik Konseyi tarafından 8 Mayıs 1993 tarihli 827 sayılı Kararında kabul edildi. Genel Sekreter’in raporuna göre, mahkeme, ‘teamül hukukunun bir parçası olduğu kuşkusuz olan’ uluslararası insancıl hukuk kurallarını uygulayacaktı. Statü açıkça, daha sonra Uluslararası Hukuk Komisyonu tarafından uygulamaya koyulan statü ve suçlar kodu çalışmasından, iki belgeyi hem suçları tanımlayan hem de mahkeme önündeki usulü düzenleyen tek bir belgede birleştirerek, ödünç alınmıştı. Mahkeme’nin yer bakımınında yargı yetkisi, eski Yugoslavya sınırları ile sınırlandırılmıştı. Geçici olarak, Mahkeme, bitiş noktası Güvenlik Konseyi tarafından belirlenmeye bırakılarak, 1991 yılında başlayan suçları kovuşturmakla yetkilendirildi.
Kasım 1994’de, Ruanda’dan gelen bir talep üzerine hareket ederek, Güvenlik Konseyi, Ruanda’da ve Ruanda’ya komşu ülkelerde 1994 yılı boyunca işlenen soykırım ve diğer ciddi insancıl hukuk ihlallerini kovuşturmakla görevli bir ikinci ad hoc mahkeme kurulması için oylama yaptı. Statüsü, Eski Yugoslavya için Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsüne oldukça benzemektedir fakat savaş suçları hükümleri Ruanda soykırımının tamamen iç silahlı çatışma bağlamında gerçekleşmiş olduğu olgusunu yansıtmaktadır.
Yugoslavya ve Ruanda Mahkemeleri gerçekte gövdede birleşmektedir, sadece esasen benzer statüleri değil fakat aynı zamanda bazı kurumlarını da paylaşmaktadırlar. Her iki mahkemenin Savcısı aynı kişidir, Temyiz Dairelerinin oluşumu da aynıdır. Sonuç, en azından teoride, usul eko­nomisi ve aynı zamanda kovuşturma politikasının ve temyiz içtihatlarının yeknesaklığıdır. Yugoslavya Mahkemesi Temyiz Dairesi’nin ilk büyük hükmü olan 2 Ekim 1995 tarihli Tadic Davasında yargı yetkisine dair kararı, organın oluşumuna ilişkin önemli hukuki konulara açıklık getirmişti. Aynı za­manda Mahkeme’yi, insanlığa karşı suçların barış zamanında işlenebileceğini belirterek ve iç silahlı çatışmalar sırasındaki savaş suçlarının cezalandırılabilirliğini kabul ederek Nuremberg örneklerinin ötesine geçip, savaş suçları hukuk konusunda yenilikçi ve ilerici bir noktaya yöneltmişti.

Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü’nün hazırlanması

1994’de, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun taslak statüsünü temel alarak, çalışmalara bir uluslararası ceza mahkemesi kurulması yönünde devam etti. 1995’de iki kez toplanan Ad Hoc Komiteyi oluşturdu.
1996 ve 1997’de kabul edilen Genel Kurul kararları uyarınca, Bir Uluslararası Ceza Mahkemesi Kurulmasına Dair Tam Yetkili Temsilciler Diplomatik Konferansı, 15 Haziran 1998’de Roma’da, Gıda ve Tarım Örgütü merkezinde toplandı.
Sonuç, 120 lehte oy, yirmi bir çekimser ve yedi aleyhte oy ile Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü kabul edildi.
Statü’nün yürürlüğe girmesi için altmış onay ya da katılım gerekiyordu. Yürürlüğe giriş tarihi -1 Temmuz 2002- önemli bir tarihtir, çünkü Mahkeme, Statü’nün yürürlüğe girmesinden önce işlenmiş olan suçları kovuşturamaz.
Statünün yürürlüğe girmesini sağlayan altmış onay sayısına, 11 Nisan 2002’de ulaşıldı.

Karma (hybrid) Mahkemeler

Sierra Leone için Özel Mahkeme, Lübnan için Özel Mahkeme, Kosovo ve Doğu Timor için Özel Paneller, Kamboçya Mahkemeleri Olağanüstü Dairesi

b) İnsan haklarının evrensel düzeyde korunmasını sağlayan temel uluslararası belgeler nelerdir, sizce bu evrensel koruma mekanizması etkilimidir?

Uluslararası İnsan Hakları Bildirisi:

BM Şartı'nın girinde temel insan haklarına, kişinin onur ve değerine, erkek ve kadın haklarının eşitliğine inançtan sözetmiştir.
1(3) madde ile, BM Şartının amaçlarından biri, ırk, cins, dil veya din farkı gözetmeden herkezin insan haklarına ve temel özgürlüklere bütün dünyada saygı gösterilmesi ve teşvik edilmesini, bütün bireylerin insan haklarının kapsamlı bir şekilde korunması için sağlamaktır.
BM Şartı, insan haklarına pek çok atıfta bulunmuştur. Özellikle, 55 ve 56. maddeleri BM'in kendisine ve üye devletlere bu amacı yerine getirmek üzere yükümlülükler getirmektedir.
Bu hükümler, modern insan hakları hukukunun (İHH) temelini teşkil eder. Çünkü insan haklarını 'uluslararasılaştırır', yani İH artık sadece bir devletin münhasır yetkisi içerisinde düşünülemez.
BM Şartı ile üye devletler İHnın geliştirilmesini teşvik etmek ve BM örgütü ile bu hakların tedvin edilmesi amacıyla işbirliği yapmak yükümü altındadır.
Ancak BM Şartının İHna ilişkin hükümleri soyut ve genel olduğu için, hemen başlangıçta kurulan BM İnsan Hakları Komisyonu'na temel insan haklarını tanımlama ve uluslararası toplumu yönlendirecek somut ve hususi standardları belirleme görevi verildi.

BM İnsan Hakları Komisyonu bu görevi Uluslararası İnsan Hakları Bildirisi hazırlayarak yerine getirdi:

* İnsan Hakları Evrensel Beyannnamesi (İHEB)
Kabulu: BM Genel Kurulu tarafından 10 Aralık 1948.
Konusu: geniş bir yelpazede insan hakları ve özgürlüklerinin korunmasını içerir: bunlar geleneksel medeni ve siyasi haklardan, ekonomik, sosyal ve kütürel haklara kadar uzanır.
Normatif niteliği: İHEB genel Kurul kararı olduğu için, bağlayıcı gücü yoktur. Ama geçen zaman içerisinde, pek çok hükmü teamül hukuku statüsü kazanmış, ve hatta bazıları amir (buyruk) kural jus cogens niteliğindedir. Ayrıca İHEB, temel özgürlükler söz konusu olduğunda, BM Şartının ağırlık taşıyan bir yorumu olarak algılanır.

İHEBdeki haklar iki uluslararası misakta bağlayıcı yükümlülükler haline gelmiştir.
* 1966 Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Misakı (ICCPR)
Medeni ve siyasi hakları düzenler.
Birinci ihtiyari Ek Protokolu ile, İnsan Hakları Komitesi kurulmuştur. Komite'nin amacı, taraf devletlerin misaka uymasını gözetmektir. Bunu şu şekilde yapar:
i) taraf devletler tarafından sunulan dönemsel raporları inceler;
ii) misak hükümlerinin nasıl yorumlanması gerektiği hakkında Genel Görüş ortaya koyar;
iii) eğer taraf devlet yetki vermiş ise, Birinci ihtiyari Protokol uyarınca, bireysel şikayetleri inceler.

Ancak İnsan Hakları Komitesi yargısal bir organ değildir. Kararları bağlayıcı olmamasına rağmen, büyük manevi otoritesi vardır. Kararlara uymayan devletler, için kötü kamuoyu yaratır, çünkü senelik raporunda bu durumu ifşa eder.

İkinci ihtiyari Ek Protokol idam cezasını yasaklar.

* 1966 Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Misakı (ICESCR)
İlkinin aksine, bu misak hemen uygulanmayı gerektirmez. Ancak taraf devletlere yük getirmemesi için, zaman içerisinde yükümlülüklerini kademe kademe yerine getirmesine imkan verir. Bunun tek istisnası, ayırımcılık yasaği ilkesidir, derhal uygulanması gerekir.
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi taraf devletlerin misaka uymasını gözetir.
2008 İhtiyari Ek Protokol ile Komite'ye bireysel başvuruları kabul etmek yetkisi verilmiştir ama 2009 Ekim tarihi itibarıyla henüz yürürlüğe girecek onay sayısına ulaşmamıştır.

Diğer Temel BM İH Andlaşmaları

* 1966 tarihli Irksal Ayırımcılığın Bütün Şekillerinin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşmesi (CERD)
Irksal Ayırımcılığın Ortadan Kaldırılması Komitesi, taraf devletlerin sözleşmeye uymasını gözetmenin ötesinde, bunların sebep olduğu ihlaller hakkında, eğer yetkisi tanınmış ise, bireysel başvuruları inceler.

Uluslararası Kadın Hakları Bildirisi:
* 1979 tarihli Kadınlara Karşı Her Türlü Ayırımcılığın Bütün Şekillerinin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşme (CEDAW)
* 1999 New York İhtiyari Ek Protokolu
kadınlar için evrensel standardlar getirir. , Eğitim, iş, evlilik, aile ilişkileri ve sağlık hakkında ayırımcılığı ortadan kaldırmayı amaçlar.
Kadınlara Karşı Ayırımcılığın Ortadan Kaldırılması Komitesi, taraf devletlerin sözleşmeye uymasını gözetir. Ek Protokol uyarınca, bireysel başvuruları kabul eder, meğer ki ihlal eden taraf devlet hem sözleşme ve hem de ek protokolü onaylamış olsun.

Uluslararası Çocuk Hakları Bildirisi:
* 1989 New York Çocuk Hakları Sözleşmesi ve iki ek protokolden ibarettir.
* 2000 New York Silahlı Çatışmalara Çocukların Karışmasına İlişkin İhtiyari Ek Protokol
* 2000 New York Çocukların Satılması, Çocuk Fahişeliği ve Çocuk Pornografisi Hakkında İhtiyari Ek Protokol
Diğerinden farkı, çocukların korunması için asgari standard koyar, ancak bunun nasıl uygulanması gerektiğini sözleşmeci devletin insiyatifine bırakır.
Çocuk Hakları Komitesi, taraf devletlerin sözleşmeye uymasını gözetir ama bireysel başvuru alma yetkisi yoktur.

1984 İşkence ve Zalimane, Gayrı İnsani veya Küçültücü Muamele ve Cezaya Karşı BM Sözleşmesi (CAT)
İşkence ve Zalimane, Gayrı İnsani veya Küçültücü Muamele ve Cezayı yasaklar ve işkence yasağının istisnası yoktur. İşkencenin ayrıntılı tarifini içerir.
İşkenceye Karşı Komite, taraf devletlerin sözleşmeye uymasını gözetir ve ayrıca taraf devletin ülkesinde işkence kanıtlarının bulunması halinde, burada soruşturma yapma yetkisi vardır.

1948 Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Yasaklanmasına Dair BM Sözleşmesi

Yorum...

c) Uluslararası örgütlerin uluslararası hukuk kişiliğini, objektif hukuk kişiliği ve kendisine üye olmayan devletler bağlamında tartışınız.











d) John, B devletinin A devleti neznindeki diplomatik misyonunda görevli idari memurdur. A devleti, John'un uyuşturucu madde kaçakçılığı yaptığından şüphelenmektedir. Her iki devletinde 1961 tarihli Viyana Diplomatik İlişkiler Sözleşmesine taraf olduğunu varsayarak, ev sahibi A devletine aşağıdaki hususlarda ne tavsiye edersiniz:
i) John diplomatik bağışıklığa sahipmidir?
ii) John ve karısı A devletinin vatandaşıdır, bunların ev adreslerinde arama yapabilirmi?
iii) John, A devletinin başkenti dışında uyuşturucu madde kaçakçılığı ile ilgili olduğu sanılan bir toplantıya katıldığı sırada, tutuklanabilirmi?
iv) A devletinin soruşturmalarında işbirliği yapmayan ve sürekli engel çıkartan B devletinin misyon şefinin ülkeyi terketmesini isteyebilirmi?

i) John A devleti ülkesinde, B devletinin diplomatik misyon kadrosunun idari ve teknik hizmetinde çalışan bir üyesi olarak, 1961 tarihli Viyana Diplomatik İlişkiler Sözleşmesine tabidir. (Md. 1(f)).
Bu sözleşmenin 37(2). maddesine göre, John beraberinde oturan aile üyeleri ile birlikte, diplomatik ajanlara tanınan şahsi dokunulmazlık ve cezai yetkiden bağışıklıklara sahiptir. (cf. Rationae Personae) Ancak, kabul eden devletin medeni ve idari yargısına, görevinin ifası sırasında yapılan fiiller hariç, tabidir. (cf. Rationae Materiae)

ii) John ve ailesinin A devleti vatandaşı olması durumunda, Viyana Sözleşmesinin tanıdığı şahsi dokunulmazlık ve cezai bağışıklıktan yararlanamayacaktır. Yoksa John diplomatik ajanlara tanınan özel konutun dokunulmazlığı ve korunması hususundaki bağışıklık ve imtiyazlardan yararlanabilirdi. (30(1). md)

iii) Viyana Sözleşmesinin tanıdığı imtiyaz ve bağışıklıklar misyon binalarının faaliyette bulunduğu başkent ile sınırlı olmayıp, A devletinin bütün ülkesi içerisinde geçerlidir. Ancak John'un A devletinin vatandaşı olması, Sözleşmenin 29. maddesinde yeralan şahsi dokunulmazlık sonucu, tutuklanmaktan ve gözaltına alınmaktan muafiyet hakkını kullanmasını engeller. A devleti vatandaşı John'u suç teşkil eden uyuşturucu madde kaçakcılığı şüphesiyle tutuklayabilir.

iv) Viyana Sözleşmesinin 9. maddesine göre, kabul eden devlet, dilediği zaman ve herhangi bir gerekçe göstermeden, gönderen devletin misyon şefini veya misyonun diplomatik kadrosu üyesini istenmeyen şahıs (persona non grata) ilan edebilir. Bu ilgili diplomatın kişisel davranışların yüzünden olabilir, mesela suç işlemişse ve gayrı-medeni bir davranışta bulunmuşsa veya diplomatik statüsünü kötüye kullanmışsa, ya da kabul eden devletin güvenliğini tehliye sokan ve diğer menfaatlerine halel getirecek bir davranış içerisinde ise istenmeyen adam ilan edilerek, kabul eden ülkeyi terketmesi istenebilir.