ERÜ HUKUK FAKÜLTESİ
2011-2012 Akademik
Yılı MİLLETLERARASI HUKUK – II:
Bahar Yarıyıl Sonu
Sınav Soruları 30
Mayıs 2011, 11:00
ÖNERİLEN CEVAPLARIN ANA HATLARI
1.) Türkiye ve Yunanistan Ege
Denizi'nde karasuları, kıta sahanlığı, egemenliği tartışmalı adalar, hava
sahası ve FIR hattına ilişkin hukuki uyuşmazlıklara sahiptirler. Bunlardan
a) kıta sahanlığı sınırlandırılması
veya
b) karasularının
genişliği ve sınırlandırılması konularından BİR tanesini tarafların görüşleri
çerçevesinde inceleyiniz.
a. KITA SAHANLIĞI KONUSUNDA HUKUKSAL
GÖRÜŞLER
Türkiye ile
Yunanistan arasındaki kıta sahanlığı sorunu nitelik itibarıyla iki ayrı
uyuşmazlıktan ibarettir:
i) kıta sahanlığı
sınırlandırılmışının özüne ilişkin uyuşmazlık;
ii) bu
uyuşmazlığın hangi yollarla gözüme bağlanması gerektiğine ilişkin uyuşmazlık.
Kıta
sahanlığı sınırlandırılmasının özüne
ilişkin görüşler:
A. Yunan görüşü
i) Yunan
Devletine ait adaların ve kıta ülkesinin siyasal ve ülkesel bir bütün
oluşturması;
ii)
adaların da kıta ülkeleri gibi kıta sahanlığına sahip olmaları;
iii)
Türkiye ülkesi ile adalar arasındaki kıta sahanlığı sınırlandırmasının eşit
uzaklık çizgisine göre yapılması gerektiği
1. 'Siyasal ve ülkesel bütünlük
ilkesi'
Türkiye'nin
karşısında bunan adalar Yunan ülkesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Yunan
egemenliğinde bulunan bu adaları kıta ülkesinden ayırmadan ve Yunan ülkesini
bir bütün olarak ele almak gerekmektedir.
1a.) Türkiye ile Yunan Adalarının En
Doğuda olanı Arasında Sınırlandırma Olması:
Yunanistan,
ülkesel bütünlüğünü ileri sürürken Ege'de takımadalara sahip olduğunu da
belirterek bu adalar ile kıta ülkesinin Ege'deki sular da dahil bir bütün
olarak değerlendirilmesi gerektiğini açıklamaktadır. Böylece, kabul
ettirebilirse, Ege'de takımada oluşturan adaların uç noktalarını birleştirmek
suretiyle elde edilecek olan bir takımada suları rejimi aracılığıyla adaları
ile kıta ülkesini birleştirmeye çalışmaktadır.
2. 'Adaların kıta sahanlığına sahip
olması ilkesi'
Yunanistan'ın
Ege'de Türkiye'ye karşı başvurduğu ikinci iddiası, adaların da kıta ülkeleri
ile eşit bir biçimde kıta sahanlığına sahip olmalarına ilişkindir.
Yunanistan
için, 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesinin 1: madde (b) fıkrasının
adaların kıta sahanlığını da kıta ülkelerininki gibi tanımlamış olması,
adaların da kıta sahanlığı konusunda kıta ülkeleri ile eşit haklara sahip
olduğunu belirtmektedir.
Aslında
Yunanistan'ın bu iddiası iki öğeyi içermektedir:
i) adaların
da kıta sahanlığı hakkı var;
ii)
adaların kıta sahanlığı sınırlandırması sırasında kıta ülkeleri ile eşit
koşullarda ele alınması gerekmektedir.
Yunanistan
bu iddiası ile, siyasal ve ülkesel bütünlük iddiasına dayanarak Ege'yi tümüyle
bir Yunan ülkesi durumuna getirmesinin olanaksızlığı karşısında, adalara
karasularının dışında olabildiğince geniş kıta sahanlığı alanları sağlamayı
amaçlamaktadır.
3. 'Türkiye ile adalar arasında eşit
uzaklık ilkesinin uygulanması'
Türkiye ile
adaların Türkiye kıyılarına en yakın bulunanları arasında kıta sahanlığı
sınırlandırılması eşit uzaklık ilkesine göre yapılması gerektiği iddiasıdır.
Böylece,
Yunan iddiası bu konuda da iki öğeyi içermektedir:
i) andlaşma
yapılamamışsa, kıta sahanlığı sınırlandırılmasında genel ilke olan eşit uzaklık
ilkesinin uygulanması gerekmektedir;
ii) Türkiye
ile Yunanistan .arasındaki sınırlandırma Türkiye'ye en yakın bulunan adalar ile
eşit uzaklık ilkesine göre yapılmalıdır.
Uygulanan
uluslararası hukuk Yunanistan'ın bu iddialarını da her türlü dayanaktan yoksun
bırakmaktadır. Bir kere, 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesinin bu hükmünün
bir örf ve adet kuralı niteliği kazanmış olması olasılığı çok zayıftır.
B. Türk görüşü
i) Kıta
sahanlığı sınırlandırılması bir andlaşma ile gerçekleştirilmelidir;
ii) kıta
sahanlığı sınırlandırılmasında doğal uzantı esastır; bir kıta ülkesinin doğal
uzantısında yeralan adaların kendi adlarına kıta sahanlığı yoktur;
iii)
andlaşma yapılamadığı zaman sınırlandırma hakça ilkelere göre yapılmalıdır;
iv) Adalar
özel durum oluşturmaktadırlar;
v) Ege bir
yarı-kapalı deniz olup burada kıta sahanlığı sınırlandırılması hakça ilkelere
göre yapılır;
vi) Ege'de
kıta sahanlığı sınırlandırılması öteki
sorunlar gibi Lozan Andlaşmasınm kurduğu denge üzerine
gerçekleştirilmelidir.
1. Andlaşmanın esas olması
Türkiye'nin
Ege'de kıta sahanlığını andlaşma yoluyla sınırlandırma görüşü, Ege kıta
sahanlığı sınırlandırmasının görüşmeler sonucunda gerçekleştirilecek bir
andlaşma ile yapılmasını savunmaktadır.
2. Doğal uzantının esas olması
Kıta
sahanlığı sınırlandırmasında doğal uzantının esas olduğu görüşüdür. Türk
görüşüne göre, Ege'de bu ilkeyi uyguladığımız zaman, bu deniz yatağının önemli
bir bölümü Anadolu yarımadasının doğal uzantısını oluşturmakta olup, adaların
kendi başlarına bir kıta sahanlığı alanına sahip olmadıkları görülmektedir
3. Hakça ilkelerin uygulanması
Kıta
sahanlığı sınırlandırmasında hakça çözümün esas amaç olduğu ve bu nedenle hakça
ilkelerin uygulanmasının gerektiği görüşü oluşturmaktadır.
4. Adaların 'özel durumlar'
oluşturması
Bir,
bölgede adaların bulunması kıta sahanlığı sınırlandırması açısından 'özel durumlar'
oluşturduğu ve bunların özellikle coğrafi konumları ve öteki özelliklerine
bağlı olarak değerlendirilmesi gerektiği görüşüdür.
5. Ege denizinin 'yarı-kapalı deniz'
olması
Ege'nin bir
'yarı-kapalı deniz' olduğu ve bu nedenle burada bölgenin niteliğine uygun
olarak özel kuralların uygulanmasının gerektiği görüşüdür.
6. Lozan dengesi
Yarı
hukuksal yarı siyasal nitelikli bu son Türk_görüşü ile, Lozan Andlaşmasının Ege
denizinde Türkiye ve Yunanistan arasında bir denge kurduğu ve bunlarca eşit
kullanımının gerektiği bildirilerek bu dengenin kıta sahanlığı
sınırlandırılması açısından da gözlenmesi savunulmaktadır.
b. KARASULARI GENİŞLİĞİ VE SINIRLANDIRILMASI
KONUSUNDAKİ HUKUKSAL GÖRÜŞLER
Burada
anlaşmazlık konusu Yunanistan'ın karasularını 12 mile çıkarıp çıkaramayacağı
ile ilgilidir.
A. Yunan görüşü
Yunanistan'ın
bu konuda ileriye sürdüğü ana görüşler şunlardır:
i)
karasularının 12 mil genişliği uygulanan uluslararası hukukun genel bir kuralı
olarak kabul edilmiştir;
ii) Bu
kural Ege'deki adalar için de uygulanabilir bir kuraldır;
iii) 12 mil
karasuları genişliğini saptamak kıyı Devletinin egemenlik yetkisine
girmektedir.
1. 12 milin genel kural oluşturması
görüşü
Yunanistan'ın
karasularının 12 mile kadar genişletilmesinin yalnızca Sözleşmede yeralması
gereken bir kural olarak değil, fakat uluslararası hukuka ve uygulamaya da
uygun bir kural olarak varolduğunu savunduğu görülmektedir. 1982'de B.M. Deniz
Hukuku Sözleşmesinin 3. maddesinin de karasularının genişliğinin 12 mili
aşmayacak bir biçimde saptanabileceğini öngörmesi ürerine, Yunanistan, bu
Sözleşmenin çok büyük sayıda Devletçe Konferansta kabul edilmesini 12 milin
genel ve herkes bakımından geçerli bir kural olduğunu kanıtladığını ileri
sürmektedir.
2. '12 mil Ege'de adalara da
uygulanabilir' görüşü
12 millik
karasuları genişliğinin Ege'deki adalara da herhangi bir kuraldışılığa yer
vermeden uygulanması olmaktadır. Bu amaçla III. Deniz Hukuku Konferansı
sırasında Türkiye'nin ileri sürdüğü özelliği
olan denizlerde bu genişliğin ilgili taraflarca ve hakça ilkelere göre
saptanması gerektiği görüşüne karşı çıkan Yunanistan, ülkesel bütünlük
ilkesini burada da ileri sürmektedir. Yine, Yunanistan'ın Konferansa sunduğu
maddeler taslağında adaların da kara ülkeleri ile aynı kurallara göre değerlendirilmesi
gerektiği hükmü yeralmaktadır.
3. 'Karasularını saptamak kıyı
Devletinin egemenlik yetkisindedir' görüşü
Uluslararası
hukukta 12 mil olarak kabul edildiğini ileri sürdüğü karasuları genişliğine
kadar, bu yetkinin kullanılmasının kıyı Devletinin egemenlik yetkisi içinde
bulunduğu ve dolayısıyla takdir yetkisini istediği gibi kullanabileceği
görüşüdür.
B. Türk görüşü
Resmî Türk
görüşleri ise özellikle şunlar olmaktadır:
i)
karasularının genişliğine ilişkin genel ve her yerde uygulanabilecek tek düze
bir kural yoktur ve olmamalıdır;
ii)
karasuları genişliği saptanırken denizlerin coğrafi özellikleri gözönünde
tutulmalıdır.
1. Bu konuda genel ve tek düze bir
kuralın yokluğu ve olmaması gerektiği
Türkiye
karasularının genişliği konusunda genel olarak kabul edilen ve dünyanın her
bölgesinde uygulanacak tek düze bir kuralın olmadığını III. Deniz Hukuku
Konferansının başlaması ile Karakas'ta açıklamış ve bu tutumunu sürdürmüştür.
Konferans boyunca Türk heyetince tekrarlanan bu görüş, 1982 B.M. Deniz Hukuku
Sözleşmesinde yeralan 12 mile kadar karasuları ilan edilebileceği hükmüne
açıkça öngörülen kuraldışılıklar eklenmesini sağlayamamışla da, bugünkü koşullarda
böyle bir kuralın Türkiye'ye karşı ileri sürülmesini de engellemektedir.
Zira, en
başta, Türkiye Sözleşmeye taraf değildir.
Ancak, bir
gün bu yönde bir kuralın örf ve adet kuralı değeri kazanması durumunda da böyle
bir kuralın buna başından beri karşı tutum alan Türkiye bakımından
uygulanmaması gerekmektedir.
2. Bu konuda denizlerin coğrafi özellikleri gözönünde bulundurulmalıdır.
Karasuları
genişliği saptanırken coğrafi özellikleri olan denizlerin gözönünde tutularak
bunlar için durumlarına uygun hükümlerin öngörülmesi görüşü iki temel üzerine
oturmuştur:
i)
yarı-kapalı denizlerde genel kuralın uygulanmaması;
ii) bir Devletin
karasularım saptarken komşu Devletin açık denize doğrudan çıkmasını
engelleyemeyeceği.
2.) Aşağıdaki sorulardan sadece BİR
tanesini seçerek cevaplandırınız.
a) İkinci Dünya Savaşından bu yana uluslararası
ceza yargısını oluşturan mahkemelerin gelişmesini ilgili andlaşmalar ve
statüler çerçevesinde anlatınız.
Nuremberg ve Tokyo yargılamaları
Nuremberg
kovuşturmaları için zemini hazırlama, savaşın sona ermesinden sonra toplanan ve
dört büyük güçle, Birleşik Krallık, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri ve
Sovyetler Birliği ile sınırlı olan Londra Konferansı’nda olmuştur. Avrupa
Ekseninde Büyük Savaş Suçlularının Kovuşturulması ve Cezalandırması ile Uluslararası Askeri Mahkeme (UAM) Şartını
Kurma Anlaşması, 8 Ağustos 1945 tarihinde resmen kabul edilmiş ve dört
gücün temsilcileri tarafından derhal imzalanmıştı. Uluslararası Askeri Mahkeme Şartı, Anlaşmaya eklenmişti.
Ekim
1945 tarihinde, yirmi dört Nazi lideri hakkında iddianame hazırlanmış ve Büyük
Savaş Suçlularının Yargılanması olarak bilinen yargılanmalarına takip eden ayda
başlanmıştı. Yaklaşık bir yıl sonra, bu yargılamalar, on dokuz sanığın mahkum
edilmesi ve on iki davada ölüm cezası verilmesi ile neticelenmişti. Mahkeme’nin
yargı yetkisi üç kategori suç ile sınırlandırılmıştı: barışa karşı suçlar, savaş
suçları ve insanlığa karşı suçlar.
Uluslararası Askeri Mahkeme Şartı, suçlar işlendikten sonra kabul edilmiş ve bu
nedenle ex post facto suç
oluşturmakla eleştirilmişti. Mahkeme, bu tür argümanları reddederek
savaş suçları için 1899 ve 1907 Lahey Sözleşmelerine ve barışa karşı suçlar
için 1928 Briand-Kellogg Paktına gönderme yapmıştı. Mahkeme ayrıca, ceza normunun
geçmişe yürümesi yasağının adaletin bir ilkesi olduğunu ve Nazi suçlularının
cezasız bırakılmasının adalete karşı gelmek olacağını belirtmişti. Bu argüman,
çok az örneği olan insanlığa karşı suçlar kategorisi bakımından özellikle
önemliydi.
Aralık
1945 tarihinde dört Müttefik kuvvet, Uluslararası Askeri Mahkeme Şartı’nın bir
bakıma değiştirilmiş bir versiyonu olup Kontrol
Konseyi Yasası No. 10 olarak bilinen belgeyi düzenlemişti. Bu belge, Galip
Müttefik Devletler tarafından askeri mahkemeler önünde gerçekleştirilen bir
dizi yargılamalar ve Alman mahkemeleri tarafından yapılan ve on yıllarca süren
sonraki kovuşturmalar için hukuki/yasal dayanağı sağlamıştı. Sivil mahkemeler
tarafından Almanların kovuşturulmasında uygulandığı için gerçekte iç hukukun
bir parçası olan Kontrol Konseyi Yasası No. 10, Nuremberg Mahkemesi Şartı’nda
yer alan insanlığa karşı suçlar tanımını geniş ölçüde ödünç almıştı. Bu yargılamalar,
yargıçlar, doktorlar, bürokratlar ve askeri liderler gibi sanık grupları
üzerinde odaklanmıştı.
Pasifik
sahnesinde,
Galip Müttefikler, Uzak Doğu için
Uluslararası Askeri Mahkemesini kurmuştu. Japon savaş suçluları,
Nuremberg’de kullanılanlara benzer hükümler altında yargılanmıştı. Yargıçlar
kürsüsü daha kozmopolitti, Hindistan, Çin ve Filipinler dahil on bir ülkeden
gelen yargıçlardan oluşuyordu, oysa Nuremberg yargıçları dört büyük güç olan
Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Fransa ve Sovyetler Birliği
tarafından atanmıştı.
Nuremberg’de
Nazi savaş suçluları, savcının ‘soykırım’ olarak adlandırdığı suç ile itham
edilmişti. Fakat bu terim, Statünün esasa ilişkin hükümleri arasında geçmiyordu
ve Mahkeme Nazi savaş suçlularını, Avrupa’daki Yahudi halka karşı işlenen
gaddarlıklardan ötürü ‘insanlığa karşı suçlar’dan mahkum etti. Mahkeme hükmünün
verildiği haftalarda, Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu’nda bu alandaki mevzuatı ilerletmek için çabalar
başladı. Aralık 1946 tarihinde, soykırımı
uluslararası hukuka karşı bir suç ilan eden ve bu konuda bir sözleşme
hazırlanması çağrısında bulunan bir karar kabul edildi. İki yıl sonra
Genel Kurul, Soykırım Suçunun Önlenmesi
ve Cezalandırılması Sözleşmesini kabul etti. 1948 Sözleşmesi Madde II’de
düzenlenen soykırım tanımı, değiştirilmeden Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsüne Madde 6 olarak dahil edilmiştir.
Sözleşme ile aynı gün kabul edilen bir Genel Kurul kararı, Uluslararası Hukuk
Komisyonunu, Madde VI ile taahhüt edilen mahkeme
statüsünü hazırlamaya çağırmıştı.
Uluslararası Hukuk Komisyonu
Soykırım
Sözleşmesi Madde VI’dan kaynaklanan bir uluslararası ceza mahkemesi statüsü hazırlama
görevinin yanı sıra, savaş suçlarının kovuşturulması konusundaki savaş sonrası
coşku içerisinde Genel Kurul, Komisyon’dan ayrıca ‘Nuremberg İlkeleri’ olarak
bilinen belgeyi hazırlamasını, ki bu görev 1950 yılında tamamlanmıştı, ve ‘Barışa ve İnsanlığın Güvenliğine Karşı
Suçlar Kodu’nu hazırlamasını, ki bu iş oldukça uzun sürmüştü, talep etmişti.
Genel
Kurul sonunda, 1974 yılında bir saldırganlık tanımı kabul etti, fakat önerilen
uluslararası ceza mahkemesi konusunda çalışma hemen tekrar başlamadı. 1954
taslak metninin esastan değişik bir versiyonu Komisyon tarafından 1991 yılında
geçici olarak kabul edildi ve tepkileri için Üye Devletlere gönderildi.
Fakat
kod, zorunlu bir uluslararası yargı yetkisi içermiyordu. Çalışmanın bu yönü
1989 yılında, Berlin duvarının yıkıldığı yıl, başlatıldı. Narkotik
sorunlarla ve bunlarla ilişkili ulus aşan suçlarla uğraşan bir kaç Karayip
Devletinden biri olan Trinidad ve Tobago, Genel Kurul’da, Uluslararası Hukuk
Komisyonu’nu, suçlara ilişkin taslak kod çalışması kapsamında bir uluslararası
ceza mahkemesi konusunu değerlendirmeye sevk eden bir karar çalışmasını
başlattı. 1993 yılında, Komisyon taslak
bir statü hazırladı. Taslak metin takip eden yılda, 1994’de, Komisyon
hazırlamış olduğu uluslararası ceza mahkemesi nihai taslak statüsünü Genel
Kurula sundu.
1994
taslak statü ve 1996 taslak kod, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin hazırlanmasında
yeni ufuklar açan bir rol oynamıştı.
Ad hoc mahkemeler
Bir
uluslararası ceza mahkemesi taslak statüsü, Uluslararası Hukuk Komisyonu’nda
değerlendirilirken, olaylar eski Yugoslavya’da işlenmeye başlanan gaddarlıklar
için bir ad hoc mahkeme kurulmasını
zorunlu kıldı. 1992’in sonlarında, Bosna’da savaş şiddetle sürerken, Güvenlik
Konseyi tarafından kurulan bir Uzmanlar Komisyonu, işlenmiş olan ve işlenmeye
devam eden bir dizi savaş suçu ve insanlığa karşı suç belirledi.
22
Şubat 1993 tarihinde, Güvenlik Konseyi ‘eski
Yugoslavya topraklarında 1991’den beri işlenen ciddi insancıl hukuk
ihlallerinden sorumlu kişileri’ kovuşturmakla görevli bir mahkemenin
kurulmasına karar verdi. Genel Sekreter tarafından önerilen taslak,
değiştirilmeksizin Güvenlik Konseyi tarafından 8 Mayıs 1993 tarihli 827 sayılı
Kararında kabul edildi. Genel Sekreter’in raporuna göre, mahkeme, ‘teamül
hukukunun bir parçası olduğu kuşkusuz olan’ uluslararası insancıl hukuk kurallarını
uygulayacaktı. Statü açıkça, daha sonra Uluslararası Hukuk Komisyonu tarafından
uygulamaya koyulan statü ve suçlar kodu çalışmasından, iki belgeyi hem suçları
tanımlayan hem de mahkeme önündeki usulü düzenleyen tek bir belgede
birleştirerek, ödünç alınmıştı. Mahkeme’nin yer bakımınında yargı yetkisi, eski
Yugoslavya sınırları ile sınırlandırılmıştı. Geçici olarak, Mahkeme, bitiş
noktası Güvenlik Konseyi tarafından belirlenmeye bırakılarak, 1991 yılında
başlayan suçları kovuşturmakla yetkilendirildi.
Kasım
1994’de, Ruanda’dan gelen bir talep üzerine hareket ederek, Güvenlik Konseyi, Ruanda’da ve Ruanda’ya komşu ülkelerde 1994
yılı boyunca işlenen soykırım ve diğer ciddi insancıl hukuk ihlallerini kovuşturmakla
görevli bir ikinci ad hoc mahkeme kurulması için oylama yaptı. Statüsü, Eski
Yugoslavya için Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsüne oldukça benzemektedir
fakat savaş suçları hükümleri Ruanda soykırımının tamamen iç silahlı çatışma
bağlamında gerçekleşmiş olduğu olgusunu yansıtmaktadır.
Yugoslavya ve Ruanda Mahkemeleri gerçekte gövdede birleşmektedir,
sadece esasen benzer statüleri değil fakat aynı zamanda bazı kurumlarını da
paylaşmaktadırlar. Her iki mahkemenin Savcısı aynı kişidir, Temyiz Dairelerinin
oluşumu da aynıdır. Sonuç, en azından teoride, usul ekonomisi ve aynı zamanda
kovuşturma politikasının ve temyiz içtihatlarının yeknesaklığıdır. Yugoslavya
Mahkemesi Temyiz Dairesi’nin ilk büyük hükmü olan 2 Ekim 1995 tarihli Tadic Davasında yargı yetkisine dair
kararı, organın oluşumuna ilişkin önemli hukuki konulara açıklık getirmişti.
Aynı zamanda Mahkeme’yi, insanlığa karşı suçların barış zamanında işlenebileceğini
belirterek ve iç silahlı çatışmalar sırasındaki savaş suçlarının cezalandırılabilirliğini
kabul ederek Nuremberg örneklerinin ötesine geçip, savaş suçları hukuk konusunda
yenilikçi ve ilerici bir noktaya yöneltmişti.
Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü’nün hazırlanması
1994’de,
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun taslak
statüsünü temel alarak, çalışmalara bir uluslararası ceza mahkemesi kurulması
yönünde devam etti. 1995’de iki kez toplanan Ad Hoc Komiteyi oluşturdu.
1996
ve 1997’de kabul edilen Genel Kurul kararları uyarınca, Bir Uluslararası Ceza
Mahkemesi Kurulmasına Dair Tam Yetkili Temsilciler Diplomatik Konferansı, 15
Haziran 1998’de Roma’da, Gıda ve Tarım Örgütü merkezinde toplandı.
Sonuç,
120 lehte oy, yirmi bir çekimser ve yedi aleyhte oy ile Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü kabul edildi.
Statü’nün
yürürlüğe girmesi için altmış onay ya da katılım gerekiyordu. Yürürlüğe giriş
tarihi -1 Temmuz 2002- önemli bir tarihtir, çünkü Mahkeme, Statü’nün yürürlüğe
girmesinden önce işlenmiş olan suçları kovuşturamaz.
Statünün
yürürlüğe girmesini sağlayan altmış onay sayısına, 11 Nisan 2002’de ulaşıldı.
Karma (hybrid)
Mahkemeler
Sierra Leone için Özel Mahkeme, Lübnan
için Özel Mahkeme, Kosovo ve Doğu Timor için Özel Paneller, Kamboçya
Mahkemeleri Olağanüstü Dairesi
b) İnsan haklarının evrensel düzeyde korunmasını sağlayan temel
uluslararası belgeler nelerdir, sizce bu evrensel koruma mekanizması
etkilimidir?
Uluslararası İnsan Hakları Bildirisi:
BM Şartı'nın
girinde temel insan haklarına, kişinin onur ve değerine, erkek ve kadın
haklarının eşitliğine inançtan sözetmiştir.
1(3) madde ile, BM Şartının
amaçlarından biri, ırk, cins, dil veya din farkı gözetmeden herkezin insan
haklarına ve temel özgürlüklere bütün dünyada saygı gösterilmesi ve teşvik
edilmesini, bütün bireylerin insan haklarının kapsamlı bir şekilde korunması
için sağlamaktır.
BM Şartı, insan haklarına pek çok
atıfta bulunmuştur. Özellikle, 55 ve 56. maddeleri BM'in kendisine ve üye
devletlere bu amacı yerine getirmek üzere yükümlülükler getirmektedir.
Bu hükümler, modern insan hakları
hukukunun (İHH) temelini teşkil eder. Çünkü insan haklarını 'uluslararasılaştırır',
yani İH artık sadece bir devletin münhasır yetkisi içerisinde düşünülemez.
BM Şartı ile üye devletler İHnın
geliştirilmesini teşvik etmek ve BM örgütü ile bu hakların tedvin edilmesi
amacıyla işbirliği yapmak yükümü altındadır.
Ancak BM Şartının İHna ilişkin
hükümleri soyut ve genel olduğu için, hemen başlangıçta kurulan BM İnsan Hakları Komisyonu'na temel
insan haklarını tanımlama ve uluslararası toplumu yönlendirecek somut ve hususi
standardları belirleme görevi verildi.
BM İnsan Hakları Komisyonu bu görevi
Uluslararası İnsan Hakları Bildirisi hazırlayarak yerine getirdi:
* İnsan Hakları Evrensel Beyannnamesi (İHEB)
Kabulu: BM Genel Kurulu tarafından
10 Aralık 1948.
Konusu: geniş bir yelpazede insan
hakları ve özgürlüklerinin korunmasını içerir: bunlar geleneksel medeni ve
siyasi haklardan, ekonomik, sosyal ve kütürel haklara kadar uzanır.
Normatif niteliği: İHEB genel Kurul
kararı olduğu için, bağlayıcı gücü yoktur. Ama geçen zaman içerisinde, pek çok
hükmü teamül hukuku statüsü kazanmış, ve hatta bazıları amir (buyruk) kural jus cogens niteliğindedir. Ayrıca İHEB,
temel özgürlükler söz konusu olduğunda, BM Şartının ağırlık taşıyan bir yorumu
olarak algılanır.
İHEBdeki haklar iki uluslararası
misakta bağlayıcı yükümlülükler haline gelmiştir.
* 1966 Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Misakı (ICCPR)
Medeni ve siyasi hakları düzenler.
Birinci ihtiyari Ek Protokolu ile, İnsan Hakları
Komitesi kurulmuştur. Komite'nin amacı, taraf devletlerin misaka uymasını
gözetmektir. Bunu şu şekilde yapar:
i) taraf devletler tarafından
sunulan dönemsel raporları inceler;
ii) misak hükümlerinin nasıl
yorumlanması gerektiği hakkında Genel Görüş ortaya koyar;
iii) eğer taraf devlet yetki vermiş
ise, Birinci ihtiyari Protokol uyarınca, bireysel şikayetleri inceler.
Ancak İnsan Hakları Komitesi
yargısal bir organ değildir. Kararları bağlayıcı olmamasına rağmen, büyük
manevi otoritesi vardır. Kararlara uymayan devletler, için kötü kamuoyu yaratır,
çünkü senelik raporunda bu durumu ifşa eder.
İkinci ihtiyari Ek Protokol idam cezasını yasaklar.
* 1966 Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Misakı (ICESCR)
İlkinin aksine, bu misak hemen
uygulanmayı gerektirmez. Ancak taraf devletlere yük getirmemesi için, zaman
içerisinde yükümlülüklerini kademe kademe yerine getirmesine imkan verir. Bunun
tek istisnası, ayırımcılık yasaği ilkesidir, derhal uygulanması gerekir.
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi taraf devletlerin misaka uymasını
gözetir.
2008 İhtiyari Ek Protokol ile Komite'ye bireysel başvuruları kabul etmek yetkisi
verilmiştir ama 2009 Ekim tarihi itibarıyla henüz yürürlüğe girecek onay
sayısına ulaşmamıştır.
Diğer Temel BM İH Andlaşmaları
* 1966 tarihli Irksal Ayırımcılığın Bütün Şekillerinin Ortadan Kaldırılmasına
İlişkin Sözleşmesi (CERD)
Irksal Ayırımcılığın Ortadan Kaldırılması Komitesi, taraf devletlerin sözleşmeye
uymasını gözetmenin ötesinde, bunların sebep olduğu ihlaller hakkında, eğer
yetkisi tanınmış ise, bireysel başvuruları inceler.
Uluslararası Kadın Hakları Bildirisi:
* 1979 tarihli Kadınlara Karşı Her Türlü Ayırımcılığın Bütün
Şekillerinin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşme (CEDAW)
* 1999 New York İhtiyari Ek Protokolu
kadınlar için evrensel standardlar
getirir. , Eğitim, iş, evlilik, aile ilişkileri ve sağlık hakkında ayırımcılığı
ortadan kaldırmayı amaçlar.
Kadınlara Karşı Ayırımcılığın Ortadan Kaldırılması Komitesi, taraf devletlerin sözleşmeye
uymasını gözetir. Ek Protokol uyarınca, bireysel başvuruları kabul eder, meğer
ki ihlal eden taraf devlet hem sözleşme ve hem de ek protokolü onaylamış olsun.
Uluslararası Çocuk Hakları Bildirisi:
* 1989 New York Çocuk Hakları Sözleşmesi ve iki ek protokolden ibarettir.
* 2000 New York Silahlı Çatışmalara Çocukların Karışmasına İlişkin
İhtiyari Ek Protokol
* 2000 New York Çocukların Satılması, Çocuk Fahişeliği ve Çocuk
Pornografisi Hakkında İhtiyari Ek Protokol
Diğerinden farkı, çocukların
korunması için asgari standard koyar, ancak bunun nasıl uygulanması gerektiğini
sözleşmeci devletin insiyatifine bırakır.
Çocuk Hakları Komitesi, taraf devletlerin sözleşmeye uymasını gözetir ama bireysel
başvuru alma yetkisi yoktur.
1984 İşkence ve Zalimane, Gayrı İnsani veya Küçültücü Muamele ve Cezaya
Karşı BM Sözleşmesi (CAT)
İşkence ve Zalimane, Gayrı İnsani
veya Küçültücü Muamele ve Cezayı yasaklar ve işkence yasağının istisnası
yoktur. İşkencenin ayrıntılı tarifini içerir.
İşkenceye Karşı Komite, taraf devletlerin sözleşmeye uymasını gözetir ve ayrıca
taraf devletin ülkesinde işkence kanıtlarının bulunması halinde, burada
soruşturma yapma yetkisi vardır.
1948 Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Yasaklanmasına Dair BM Sözleşmesi
Yorum...
c) Uluslararası örgütlerin uluslararası hukuk kişiliğini, objektif hukuk
kişiliği ve kendisine üye olmayan devletler bağlamında tartışınız.
d) John, B devletinin A devleti
neznindeki diplomatik misyonunda görevli idari memurdur. A devleti, John'un
uyuşturucu madde kaçakçılığı yaptığından şüphelenmektedir. Her iki devletinde 1961 tarihli Viyana Diplomatik İlişkiler Sözleşmesine
taraf olduğunu varsayarak, ev sahibi A devletine aşağıdaki hususlarda ne
tavsiye edersiniz:
i) John diplomatik
bağışıklığa sahipmidir?
ii) John ve karısı A
devletinin vatandaşıdır, bunların ev adreslerinde arama yapabilirmi?
iii) John, A devletinin
başkenti dışında uyuşturucu madde kaçakçılığı ile ilgili olduğu sanılan bir
toplantıya katıldığı sırada, tutuklanabilirmi?
iv) A devletinin
soruşturmalarında işbirliği yapmayan ve sürekli engel çıkartan B devletinin
misyon şefinin ülkeyi terketmesini isteyebilirmi?
i) John A
devleti ülkesinde, B devletinin diplomatik misyon kadrosunun idari ve teknik
hizmetinde çalışan bir üyesi olarak, 1961
tarihli Viyana Diplomatik İlişkiler Sözleşmesine tabidir. (Md. 1(f)).
Bu sözleşmenin 37(2). maddesine
göre, John beraberinde oturan aile üyeleri ile birlikte, diplomatik ajanlara
tanınan şahsi dokunulmazlık ve cezai yetkiden bağışıklıklara sahiptir. (cf. Rationae Personae) Ancak, kabul eden
devletin medeni ve idari yargısına, görevinin ifası sırasında yapılan fiiller
hariç, tabidir. (cf. Rationae Materiae)
ii) John ve
ailesinin A devleti vatandaşı olması durumunda, Viyana Sözleşmesinin tanıdığı
şahsi dokunulmazlık ve cezai bağışıklıktan yararlanamayacaktır. Yoksa John
diplomatik ajanlara tanınan özel konutun dokunulmazlığı ve korunması hususundaki
bağışıklık ve imtiyazlardan yararlanabilirdi. (30(1). md)
iii) Viyana
Sözleşmesinin tanıdığı imtiyaz ve bağışıklıklar misyon binalarının faaliyette
bulunduğu başkent ile sınırlı olmayıp, A devletinin bütün ülkesi içerisinde
geçerlidir. Ancak John'un A devletinin vatandaşı olması, Sözleşmenin 29.
maddesinde yeralan şahsi dokunulmazlık sonucu, tutuklanmaktan ve gözaltına
alınmaktan muafiyet hakkını kullanmasını engeller. A devleti vatandaşı John'u
suç teşkil eden uyuşturucu madde kaçakcılığı şüphesiyle tutuklayabilir.
iv) Viyana
Sözleşmesinin 9. maddesine göre, kabul eden devlet, dilediği zaman ve herhangi
bir gerekçe göstermeden, gönderen devletin misyon şefini veya misyonun
diplomatik kadrosu üyesini istenmeyen şahıs (persona non grata) ilan edebilir. Bu ilgili diplomatın kişisel
davranışların yüzünden olabilir, mesela suç işlemişse ve gayrı-medeni bir
davranışta bulunmuşsa veya diplomatik statüsünü kötüye kullanmışsa, ya da kabul
eden devletin güvenliğini tehliye sokan ve diğer menfaatlerine halel getirecek
bir davranış içerisinde ise istenmeyen adam ilan edilerek, kabul eden ülkeyi
terketmesi istenebilir.