17 Ocak 2012 Salı

HUKUK FAKÜLTESİ MİLLETLERARASI HUKUK-I SINAV CEVAP ANAHTARI

T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ

MİLLETLERARASI HUKUK – I : 2011-2012 Akademik Yılı Güz Yarıyıl Sonu

Sınavı Soruları CEVAP ANAHTARI 14 Ocak 2012,

1. Uluslararası hukukta devlet veya hükümetlerin tanınmasını değerlendiriniz.

Tanıma nedir?: Uluslararası ilişkilerinde bir devletin, diğer bir devlet veya hükümetin varlığını kabul eden tek taraflı ve ihtiyari eylem veya işlemidir. Kısaca, yeni kurulan bir devlet veya hükümet ile (devlet ise) uluslararası toplumun tam bir üyesi olarak veya (hükümet ise) devletin meşru temsilcisi olarak ilişki kurmak iradesinin ifadesidir.

Hukuki önemi nedir?: Uluslararası ilişkilerdeki sürekli siyasi değişikler sonucu uluslararası hukuk düzeni dinamik bir yapıya sahiptir ve uluslararası toplumun kimin hukuk kişiliğine sahip olarak kendisine katılacağını belirlemek ihtiyacı vardır. Bu uluslararası ilişkilerin ilgili hukuk kuralları temelinde yürütülmesi gereğinin bir sonucudur.

Tanımanın siyasi niteliği nedir?: Her ne kadar bir varlığın uluslararası hukukun kişisi olup olmadığına dair belli bir takım kıstaslar önerilmiş ise de, uygulamada ancak uluslararası toplumun üyesi olan devletlerin olumlu tepkisi, o varlığın uluslararası kişiliğinin tanınması sonucunu doğurur. Bu her bir devletin tek taraflı ve ihtiyari bir tasarrufudur. Böyle olunca yeni kurulan devletler veya hükümetleri tanımak, dışişlerini yürütme politikası haline gelmektedir ve tanımak ya da tanımamak, tanıyan devlet bakımından siyasi nitelikte karardan başka bir şey değildir. Bazı ülkeler (ABD gibi) tanımayı kendi dış politikalarının bir aracı olarak yeni bir durumu uygun bulup bulmamanın ifadesi olarak kullanmaktadırlar.

Tanıma iki nedenle hukuken önemlidir: a. uluslararası alanda, tanınan devletin (1933 Montevideo Sözleşmesi kıstaslarına göre) devlet olmak niteliklerine sahip olduğunu ve diğer tanıyan devletlerin, tanınan devlet veya hükümet ile uluslararası ilişkilere girmek isteğini gösterir.

b. iç hukuk bakımından ise, sadece tanınan devletlere, ilgili iç hukukta haklar bahşedilir ve borçlar yüklenebilir.

Tanıma hem teorik, hem de pratik güçlükler arzeder.

Devletlerin tanınmasının hukuki etkilerine ilişkin teoriler: Tanımanın uluslararası kişilik kazanmanın bir şartı mı, yoksa bir sonucu mu olduğu sorusuna cevap verir.

a. Kurucu tanıma teorisi: 19. yy'da pozitivizm ile gelişmiştir. Uluslararası hukuka uyma zorunluluğu, bireysel olarak devletlerin o yöndeki iradesinden kaynaklanır. Yeni kurulan bir devlet, yeni uluslararası yükümlülükler yaratır ve mevcut devletlerin bu yeni yükümlülükleri tanımasına ihtiyaç vardır. Çünkü her hukuk sistemi, kendi organları tarafından bu sistemin taraflarını bir nihailik ve kesinlik ile belirlemek durumundadır. Uluslararası hukuk sisteminde bu organ sadece tek başına veya topluca davranan devletlerdir ve bunların tespiti, kesin hukuki etkiye sahiptir. İşte bu yüzden, yeni devletlerin, mevcut devletler tarafından tanınması gerekir. Böylece tanıma, uluslararası kişilik kazanmanın bir şartı olarak görülür. (Oppenheim)

Ancak kurucu teori şu noktalarda eleştirilmiştir: i.) bu yeni devletlerin tanınana kadar uluslararası hukukta hak ve borçlara sahip olamayacağı anlamına gelir. ii.) Devletlerin uygulaması, tanımanın aslında tanıyan devlet bakımından siyasi nitelikte bir karar olduğunu göstermektedir. Öyleyse bir devletin hukuki statüsü neden bir başka devletin siyasi tercihine bırakılsın? iii.) Yine devletlerin uygulaması, tanınmayan devlete tamamen kayıtsız kalmanın mümkün olmadığını gösteriyor. Mesela tanınmayan devletin hava sahasından izinsiz geçilmez veya karasuları açık deniz değildir. iv.) bir devletin uluslararası toplum tarafından tanınması için kaç devlet tarafından tanınması gerekir? v.) bazı devlet tarafından tanınan ama diğerleri tarafından tanınmayan yeni devletin uluslararası kişiliği çelişki yaratır. (Brierly)

Gerçekten de kurucu teori, tanımayı tamamen siyasi niteliğe bürümektedir. İşte bu yüzden Lauterpacht, uluslararası hukuk tarafından öngörülen devlet olma şartlarına sahip bir varlığın, mevcut devletler tarafından tanınması zorunluluğundan bahsetmiştir. Ancak devletlerin uygulamasında, böyle bir tanıma yükümlülüğünün varlığına rastlanmamaktadır: mesela Mançukuo, Kuzey Kore ve Doğu Almanya'nın tanınması gibi.

b.) Beyan edici (Açıklayıcı) tanıma teorisi: Yeni bir devletin kurulması bir hukuk meselesi değil ama bir olay (gerçeklik meselesi) dir. Tanıma ise, sadece bu gerçeği kabul etmektir ve formaliteden başka bir şey değildir. Uluslararası hukukta bir varlığın statüsü, onun başkaları tarafından tanınıp tanınmamasına değil ama devlet olmak niteliklerine sahip olmasına bağlıdır. (Lauterpacht) Tanıma, tanıyan devletin tanıdığı devlet ile uluslararası ilişkilere girmek isteğini ifade eden bir siyasi eylemdir. Uluslararası hukuki kişiliğin kazanılması ise, tanımadan bağımsız bir meseledir. 1933 Montevideo Sözleşmesi 3 ve 6. md'leri, Deutsche Continental Gas Ortaklığı v Polanya (1929)

Tanıma şekilleri: Tanıma açıkca yapılabileceği gibi, üstü kapalı bir şekilde de yapılabilir. Önemli olan tanıma niyetidir.

a.) Sarih (açıkca) tanıma: resmi beyanla yapılan tanımadır. Beyan, kamuoyuna yapılan açıklama, tebrik mesajı, diplomatik nota veya ikili andlaşma ile ilişkilerin resmen düzenlenmesi şeklini alabilir.

b.) Zimni tanıma: bir devletin yeni devlete yönelik davranışlarında ima edilen tanımadır. Ancak imadaki tanıma niyetinin şüpheye mahal vermeyecek açıklık ve kesinlikte olması gerekir. İki devlet arasında kapsamlı bir ikili andlaşma, resmi diplomatik ilişkilerin kurulması, veya yeni devlete konsolosluk exequatur verilmesi gibi

c.) Toplu tanıma: iki halde olur.

i.) Belli sayıda devlet tarafından bir grup olarak tanınmanın yapıldığı hallerde, geleneksel olarak 1. ve 2. Dünya Savaşlarından sonra yapılan barış andlaşmaları ile.. modern bir örnek ise, Avrupa Birliği üyelerinin Eski Sovyet ve Yugoslav devletlerini tanıması.

Avrupa Birliği'nin tanıma politikası: 1991 Yugoslavya hakkındaki Beyannname - Barış Konferansı - Badinder Komisyonu - 16 Aralık 1991 tarihinde AB ülkeleri Dişişleri Bakanlarınca kabul edilen Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği'ndeki Yeni Devletlerin Tanınmasına ilişkin Yolgösterici ilkelere dair Beyanname ve Yugoslavya hakkında Beyanname: tanımaya ek 5 şart≈ insan haklarına saygı, azınlıklar için garantiler, sınırların değiştirilemezliğine saygı, bölgesel istikrar ve güvenlik için taahhüt, devletin halefiyeti hususlarını anlaşma ile çözme...

ii.) Yeni devletin BM üyesi olması halinde.

Ancak, BM'e üyeliğe red edilmek, devlet olmanın inkarı anlamına gelmediği gibi, kabul edilmek de, ikili ilişkilerde tanınmak anlamına gelmez ama devletlerin uygulamasında prima facie devlet olmanın bir delili olarak görülmektedir.

Tanımama Yükümü: Kellogg-Briand (1928), kuvvet kullanma veya tehtidi ile ülke veya avantaj kazanma, diğer devletler tarafından tanınabilecek bir egemenlik hakkı kazandırmaz.

Stimson doktrini, hukuka aykırı işgal tanınmaz.

1970 tarihli Uluslararası Hukukun Prensiplerine ilişkin BM Genel Kurulu Beyannamesi

Hükümetlerin Tanınması:

Yeni kurulan bir devletin tanınması, hükümetin de tanınması anlamına gelir. Hükümetlerin tanınması sorunu ise, yeni bir rejimin anayasaya aykırı yollar ile, şiddet kullanarak veya yabancı yardımlar ile iktidara gelmesi halinde ortaya çıkar. Yeni hükümetleri tanıma hususunda devletlerin bir uluslararası yükümlülüğü yoktur. Diğer devletlerin yeni hükümeti tanıma için bir karar vermeleri siyasi rejimin onaylanması ve onaylanmaması bakımındandır ve bu karar temelde siyasi bir karardır.

Hükümetlerin tanınmasına ilişkin yaklaşımlar:

a.) Objektif yaklaşım: Devlet yeni hükümeti olaylar bazında tanıyıp tanımamaya karar verir. Yeni hükümet etkin icra kontrolüne sahip midir? Bu kontrol devam edebilir görünümünde midir? Bir yargıya varırken, yeni hükümetin hukuksalllığı veya onu uygun bulması rol oynamaz.

b.) Subjektif yaklaşım: Devlet yeni bir hükümeti tanırken, onun politikalarını onaylar ve destekler. ABD bu yaklaşımı bir dış politika aracı olarak kullanmaktadır.

c.) Estrada doktrini: Yeni hükümetleri tanıma doktrinini reddeder. Çünkü başka yabancı hükümetlerin, bir ülkedeki mevcut siyasi rejimlerin meşruiyeti üzerinde belirleyici yargıya varmasını içerir. Böylece açık ve resmi tanıma eylemlerinde bulunma gereğini reddeder ve gerekenin sadece yeni rejimin, ülkenin etkili hükümeti olarak kurulup kurulmadığını belirlemek olduğunu söyler.

d.) Objektif ve subjektif yaklaşımlar altında, de facto ve de jure tanıma ayrımı söz konusu olur: De facto tanıma fiili tanımadır ve geçici bir aşama olarak sınırlıdır. Yeni kurulan bir hükümetin meşruiyeti veya devamlılığına ilişkin şüphelerin olduğu durumlarda ortaya çıkar. Geri çekilebilir. De jure tanıma ise, tam tanımanın getirdiği bütün hukuksal sonuçları taşır.

2. Devletlerin egemen eşitliği doktrininin modern uluslararası hukuktaki rolünü tartışınız.

Belli bir toprak parçası üzerinde üzerinde yaşayan sürekli insan topluluğu, ancak örgütlenmiş bir siyasal mekanizma ile yönetme yekisini kullanabilirse, devlet olarak kabul edilebilir. İşte buradaki emretme veya yönetme yetkisi egemenliktir. (Hakyemez)

Uluslararası hukukun bir kavramı olarak, egemenliğin üç temel görünümü vardır:

a.) Egemenliğin dış görünümü: Bir devletin diğer devletler ile ilişkilerini, bir başka devletin sınırlaması veya denetimine bağlı olmaksızın, serbestçe belirleyebilmek hakkıdır. Bağımsızlık olarak da ifade edilir.

b.) Egemenliğin iç görünümü: Bir devletin kendi kurumlarının karakterini belirlemek, bunların işleyişini temin etmek ve sağlamak, kendi belirlediği kanunları yapmak ve bunlara saygı gösterilmesini temin etmek hususundaki münhasır hakkı veya yetkisidir.

c.) Egemenliğin ülkesel görünümü: Bir devletin ülkesi üçerisinde, altında ve üstünde bulunan bütün kişiler ve şeyler üzerinde icra ettiği, mutlak ve münhasır otoritesidir. Bağımsız devletler arasında ülkesel egemenliğe saygı göstermek, uluslararası hukukun en önemli ilkesidir.

Uluslararası hukukta egemenlik bu üç görünümün toplamını ifade eder ve bundan en temel ilkeler kaynaklanır:

i.) devletlerin eşitliği

ii.) bir başka egemen ve eşit devletin iç ve diş işlerine müdahaleden kaçınma

Devletlerin Eşitliği Doktrini

BM Şartının 2(1). md. - üye devletlerin egemen eşitliği

Her bir devletin egemen devletler olarak diğer devletlerden tam saygı görmeye hakkı vardır.

Saygıdan amaç, hukuk önünde saygıdır ve hem iç hukuk hem de uluslarası hukuk bakımından beklenir.

Eşitlik mutlak veya tam değildir, bütün devletlerin eşit olacağı anlamına gelmez. Ama hukuk önünde eşitliktir. En doğru şekilde, bağımsızlık ile tarif etmek gerekir.

Hukuki sonuçları:

1.) Her devletin kendi ülkesi toprakları ve orada yaşayan insan topluluğu üzerinde münhasır yetkisi vardır (jurisdiction)

2.) Devletlerin diğer devletlerin yetki sahası içerisinde müdahale etmeme yükümlülüğü vardır. (içişlerine karışmama ilkesi)

a.) bir devlet, diğer devletlerin üzerinde yetki iddiasında bulunmaz.

b.) bir devletin ulusal mahkemesi, bir başka devletin resmi işlem ve eylemlerinin geçerliliğini sorgulayamaz.

c.) ulusal mahkemeler, resmi kapasitesi hareket eden bir yabancı egemenin üzerinde yetkisini icra edemez.

3.) Uluslararası örgütlere üye olmak zorunlu değildir. Ama üye olan devletler bakımından

a.) her devletin yalnızca tek oyu vardır

b.) devletlerin oyları eşit ağırlığa sahipdir.

4.) Uluslararası mahkemelerin yetkisi, bir uyuşmazlığa taraf olan devletlerin rızasına bağlıdır. Doğu Carelia Davası (1923)

Ayrıca 1964 tarihli BM'in Devletler arasında Barışcıl İlişkiler ve İşbirliği hakkında Uluslararası Hukuk İlkeleri Kamitesi Beyanı

Ulusal yetki:

Bazı belli meseleler devletlerin münhasır yetkisi içersindedir. Mesela vatandaşlık verme veya devletin kendi ülkesi içerisinde vatandaşlarına yaptığı muamele gibi.

BM Şartının 2(7). md. ve BM organları tarafından dar yorumlanması.

3. "Ülke kazanılmasına ilişkin hukukta, tanıma, sessiz kalma ve estoppel[*] sık sık belirleyici bir rol oynar."

"Ülkesel egemenliğin sürekli ve barışcıl (diğer devletler ile ilişkiler bakımından barışcıl) sergilenmesi, egemenlik hakkı[†] kadar iyidir." (Max Huber, Palmas Adası Davası, 1928)

Bu iki beyanı değerlendirin ve, eğer mümkün ise, bunlar ne kadar bağdaştırılır?

Devletin ülkesi, devlet olmanın maddi, fiziki bir unsurudur ve devletin bulunduğu belli, tanımlanabilir coğrafi alanda toprak parçasını ifade eder. Max Huber Palmas Adası Davasında (1928), egemenliğin en önemli belirleyicisini, bu tanımlanabilir coğrafi alan üzerindeki münhasır hükümet ve hukuki işlevlerin yürütebilmesi hakkı olarak tarif etmiştir. (Egemenlik ülkenin hukuki boyutu olarak, devletin ülkesi topraklarına sahip olması ve üzerindeki münhasır yetkisini kullanabilmesidir.)

Klasik uluslararası hukukta ülke üzerindeki egemenliğin kazanılması (veya kaybedilmesi) işgal, kazandırıcı zamanaşımı, arazi oluşumu (genişlemesi), devir ve fetih veya ilhak yolları ile olmuştur. Modern uluslararası hukukta ise, ülke üzerinde egemenlik hakkının, fetih veya ilhak yoluyla kazanılması yasaklanmıştır. 1928 Kellogg-Briand Paktı, BM Şartının 2(4). md ve yine BM Genel Kurulunun 1970 tarihli Uluslararası Hukuk Prensiplerinin Beyannamesi... Ayrıca 1990'da Irak'ın Kuveyt'in kuzeyini ilhaki tesebbüsü örneği

Yukarıdaki iki beyana arazi oluşumu veya genişlemesi uygulanmaz, çünkü orada söz konusu olan ülke topraklarının doğal fiziksel değişikler ile kazanılması (mesela yeni adaların oluşumu gibi) veya kaybedilmesidir (erezyon veya volkanik dağ patlaması gibi, ama daha güncel örnek evrensel iklim ısınması sonucu toprakların su altında kalması- Bengladeş örneği ve Maldivler vs). Bu bakımdan sınır uyuşmazlıklarına sebep olabilir. Yine ülke üzerindeki egemenlik haklarının bir devletten bir diğerine devredilmesi uygulanmaz, çünkü devir işlemi, devir eden ile devir alan arasında irade birliğine dayanır ve çoğu kez bir anlaşma ile yapılır. Mesela barış andlaşmaları gibi. Her ne kadar bu durum, ABD tarafından (1898 Paris Andlaşması'na dayanarak) Palmas Adası Davasında öne sürülmüş ve hakem Max Huber tarafından redddedilmiş ise de, beyanının bununla ilişkilendirilemeyeceği açıktır.

Ülke üzerinde egemenlik hakkının işgal yoluyla kazanılması için, ülke terra nullius yani toprakların devletler tarafından hukuken ele geçirilmeye müsait olması ama henüz daha ülkesel egemenlik atına girmemiş olması gerekir. İşgal yoluyla ülke kazanılmasının şartı, etkili bir şekilde sahip olmaktır. Etkin sahiplilik, sadece işgal eden devletin bir egemen gibi davranması niyetini taşıması değil, ama egemenlik ile uyumlu bazı devlet faaliyetlerini gerçekten icra ettiğini de sergileyebilmesi anlamına gelir. Max Huber Palmas Adası Davasında, işgal yolu ile ülke kazanılmasının, "açık, sürekli, etkili ve barışcıl" olması gerektiğini ifade etmiştir. Etkin kontrolun derecesi, somut olayın şartlarına göre değişebilir: belki yerleşimin olmadığı boş alanlarda, işgal için asgari açıklıkta eylemler yeterli olabilir, ama işgalci idari otoriteye karşı direnen güçlerin olduğu yerde daha yüksek derecede kontrolu icra edebilmek gerekir. Bu bakımdan sahiplilik, görünürde değil ama gerçekten fiilen sahip olma lüzumunu içerir. Bu yüzden, işgal yoluyla ülke kazanılması, işgalci devletin animus occupandi yani egemen olarak davranmak niyeti kadar, ülkesel egemenliğin sürekli olarak sergilenmesine de bağlıdır. Bunu üçüncü devletler bakımından barışcıl olarak sergileyebilmesi gerekir. Bu durum, genellikle ülkeyi yönetecek bir hukuki yapının ihdas edilmesi ile kanıtlanabilir ve egemenlik hakkının kendisine sahip olmak kadar etkilidir.

İlk beyan ise, kazandırıcı zamanaşımı yoluyla ülke kazanma yoluna uygulanabilir. Zamanaşımı, daha önce bir başka devlete ait olan bir ülke parçası üzerinde egemenliğin uzun bir süre sürekli ve kesintisiz olarak icra edilmesi yoluyla kazanılmasıdır. Bu süre zarfında, ülkenin ait olduğu devletin, işgale karşı çıkmamış olması gerekir. Yani işgal eden devlet, egemenlik hakkına ilişkin iddiasını, egemenliği yitirecek devletin üstü kapalı (zımni) sessizliğine (kayıtsızlığına) ve yeterince zamanın geçmiş olması esasına dayandırarak yapar. Diğer devletler tarafından yapılacak protesto, zamanaşımına dayanan iddiaları çürütebilir. Bu günümüzde genellikle, diplomatik protesto ile yapılır ama etkili olması gerekir. Bunun için ise, makul bir zaman içerisinde protesto edilmeli ve belli bir ısrarla yapılmalıdır.

Bu tür protestolar, egemenliğe birden fazla eş zamanlı ve yarışan iddiaları ortaya çıkarır. Bu durumda hangi devletin egemenlik hakkının daha güçlü olduğunu tespit etmek gerekir. Burada ispata ilişkin kurallardan, tanıma, sessiz kalma ve estoppel çoğu kez ülke üzerindeki egemenliğin zamanaşımı yoluyla kazanılmasında belirleyici rol oynar.

Eğer bir devlet, başlangıçta sahip olduğu ülkesel egemenliği kaybettiğini tanır ise, egemenlik hakkı artık feragat eden bu devletten, ülkenin etkin sahibi olduğunu iddia eden devlete geçer. Yine uyuşmazlığa taraf olmayan üçüncü devletlerin tavrıda önemlidir. Şöyleki, üçüncü devletin tek taraflı bir açık beyanı ile, veya üçüncü devlet ile yapılan bir andlaşma ile ülkesel egemenlik iddiasının tanınması ispata ilişkin bir delil olarak gösterilebilir. Örnek, Doğu Greenland'ın Hukuki Statüsü Davasında (1933) Danimarka ile üçüncü devletler arasındaki andlaşmalar, Danimarka'nın Greenland üzerindeki egemenliğini ispatı için delil olarak görülmüştür.

Sessiz kalmak ise, egemenliği yitiren devletin tutumuna uygulanır. Karşı egemenlik iddiasında bulunan devletin kontrol icra etmesine karşı, makul bir şekilde ve zamanda protesto etmesi beklenirken, protesto etmemesi durumudur. Eğer ülke toprakları üzerinde bir başka devletin belli bir derece kontrolu yoksa, sessiz kalmanın hiç bir hukuki etkisi olamaz. Her hangi bir seviyede kontrolden yoksun, sadece şifahi egemenlik iddiasına karşı protesto etmemek, sessiz kalmak anlamına da gelmez.

Estoppel ilkesi ise, uyuşmazlığın taraflarından birinin, geçmişte rıza gösterdiği bir duruma sonradan karşı çıkması halinde uygulanır. Hem sessiz kalma hem de estopel özünde iyi niyet ve hakkaniyet ilkelerine dayanır ama farklı bir hukuki gerekçeler ile: sessiz kalma, bir diğer tarafın rıza olarak yorumlayabileceği tek taraflı bir eylem ile ortaya konan açık tanımaya denktir; estoppel ise, önleme, engelleme düşüncesini içerir ve buna dayanan devletlerin aleyhine bir sonucun yaratılmasına bağlıdır. Estopel, ispata yönelik bir ilkedir ve kendi başına egemenlik hakkı tesis edemez. Yine örneğin, UDAD Doğu Greenland'ın Hukuki Statüsü Davasında (1933) Norveç'in Danimarka ile üçüncü devletler arasındaki andlaşmaları tanımasının, daha sonra Danimarka'nın bu anlaşmalarda tanınan egemenlik haklarını inkar etmesini estoppel olarak görmüştür.

Böylece iki beyandan ilki kazandırıcı zamanaşımına, diğeri işgale uygulanmak süretiyle bağdaştırılabilir.

4. Lara, 'A' devletinin vatandaşıdır ama 'B' devletindeki hükümete karşı çıkmaktadır. Lara, 'B' devletinin bazı alanlardaki hükümet politikasını eleştiren bir internet sitesi kurar. Bu sitede, 'B' devletinin yüksek düzeyli hükümet görevlilerinin kişisel bilgilerini açıklamaya başlar. Ancak bir gün 'B' devletine yaptığı bir ziyaret sırasında, tutuklanır ve kendisine,

a. 'B' devleti hükümeti aleyhine propaganda yapmak,

b. 'B' devleti hükümeti görevlilerine saldırıları, bu kişilerin saldırganlara yardımcı olacak şahsi bilgilerini ifşa etmek yoluyla, teşvik etmek suçları atfedilir.

Lara'ya isnat edilen bu tür suçlardan ötürü 'B' devleti ne ölçüde yetki iddia edebilir? Bu tür eylemlerin suç haline getirilmesini, uluslararası hukukta devletin yetkisine ilişkin ilkeler bakımından inceleyiniz.

B devletinin yetkisi, onun egemen eşitliğinden kaynaklanır ve kendi ülkesi içerisindeki kişiler, mallar ve durumları düzenleme güçünün ifadesidir. Ancak devletler ulusal sınırlarının dışına taşan olaylar ve kendi tabiyetindeki kişiler üzerinde ülke-ötesi yetkilere sahiptir. Ancak bu tür durumlarda birden fazla devletin aynı davranışa uygulanacak kendi kanunları olabilir.

Devletin yetkisinin Türleri:

ABD'nin Dışilişkiler Hukukunun (Üçüncü) Yeniden Beyanı, a.) kural koyma, b.) yargılama ve c.) icra yetkileri olarak bir ayırım içerir.

1935 tarihli Harvard Araştırması Sözleşme Taslağı ise, devleti yetkisini 5 temel ilkeye dayandırmıştır: a.) Ülkesellik ilkesi, b.) Tabiyet ilkesi, c.) Koruma veya güvenlik ilkesi, d.) Pasif kişisellik ilkesi ve e.) Evrensellik ilkesi.

Uluslararası hukuk alanında yetki meselesi, genellikle bir devletin yabancı tabiyetler üzerinde veya devletin kendi ülkesinin ötesinde meydana gelen eylemlere ilişkin cezai yetki icra etmeye teşebbüs ettiğinde ortaya çıkar.

Olayımızdaki durumda budur: bir yabancı devlet vatandaşının B devletinin hükümetine karşı internet sitesi yoluyla muhalefet yaparak, hükümet aleyhine propaganda yapmak ve hükümet görevlilerine karşı saldırıları internet yoluyla teşvik etmek suçları üzerinde yetki iddia edilmektedir.

B devleti, tabiyet ilkesine dayanak A devletinin vatandaşı olan Lara üzerinde yetki iddia edemez. Çünkü yabancı devlet vatandaşı olarak, A devletine sadakat duyması beklenemez.

B devleti, evrensellik ilkesine dayanak A devletinin vatandaşı olan Lara üzerinde yetki iddia edemez. Çünkü Lara'ya isnat edilen suçlar, korsanlık, köle ticareti, soykırım, insanlığa karşı işlenen suçlar, savaş suçları veya işkence suçları türünde uluslararası kamu düzenini ihlal ederek, uluslararası toplumu mağdur eden ağır suçlardan değildir.

Ancak B devleti, ülkesellik ilkesine dayanarak yetki iddia edebilir mi? Bunun için kendi ülkesi içerisinde bulunan bütün kişi ve olaylar üzerinde mutlak ve münhasır yetkiye sahiptir. Lara'nın B devletini ziyareti, onu B devletinin yetki alanı içerisine soktuğu ve tutuklanmasını mümkün kıldığı şüphesizdir. Ancak bu fiili durumun isnat edilen suçlar bakımından B devletinin yetkisini meşrulaştırıp meşrulaştırmadığı üzerinde halen şüpheler vardır. O yüzden objektif ülkesellik prensibi altında, çare aranabilir: buna göre, suçun tamamlandığı veya etkisini gösterdiği ülkenin devletinin yetkisi doğabilir. Örneğin Lotus-Bozkurt Davası (1927). Bu durumda internet yolu ile işlenen suçların niteğinin tartışılması gerekir.

B devleti için yetki iddiasının bir başka olası dayanağı ise, pasif kişisellik ilkesidir. Buna göre devlet, gerçek veya potansiyel mağdurun vatandaşlığı esasını dikkate alarak yetki iddia eder. Böylece yabancı ülke olan A devleti ülkesinde yabancı devlet vatandaşı olan Lara tarafından işlenen, ancak kendi vatandaşlarını etkileyen veya muhtemelen etkileyebilecek eylemlerin suç sayılması halinde, B devleti yetki iddia edebilecektir. Buna en iyi örnek olarak, Cutting Davası (1886) [Moore, Digest of International Law, Vol.II, Washington, 1906, s.228] Mr Cutting, Amerikan vatandaşı, bir Meksikalı aleyhine itibarını zedeleyici bir beyanı Amerika'nın Texas Eyaleti'nde yayınlanan bir gazetede yayınlar. Daha sonra, Meksika'ya geldiği bir sırada tutuklanır ve kendisi Meksika hukuku uyarınca suç teşkil eden bir eylemden ötürü yargılanır ve hüküm verilir. Meksika, pasif kişisellik ilkesine dayanarak, yargılama yetkisine hakkı olduğunu iddia etmiştir. ABD ise, buna şiddetle karşı çıkmıştır. Daha sonra Amerikalı Yargıç Moore, Lotus-Bozkurt Davasındaki karşı oy şerhinde bu prensibi yine ağır bir şekilde eleştirmistir. Çünkü Moore'a göre, Türk vatandaşına karşı suçun işlendiği yerde zaten Türk Ceza Kanunu yetkiyi öngörmüş idi. Daimi Adalet Divanı ise, davada bu hususa değinmemiş ve daha çok objektif ülkesellik ilkesine dayanmıştır. Pasif kişisellik ilkesi, 1935 Harvard Araştırma Sözleşmesi Taslağında, devletlerin uygulamasında destek görmediği gerekçesi ile, uluslararası teamül hukukunun bir parçası olarak görülmemiştir. Ancak ABD tarafından terörizm ile savaş bağlamında benimsenmiş ve yaygın olarak kullanılmaktadır. Achille Laura Davası (1985) ve Alvarez Machain Davası (1992) bunun diğer örnekleridir.

B devleti için yetki iddiasını dayandırabileceği bir diğer esas ise, koruma veya güvenlik ilkesidir. Buna göre B devleti kendi güvenliği, bütünlüğü ve ekonomik menfaatlerine halel getirdiği düşünülen ve ülkesi dışında işlenmiş bütün suçlar üzerinde yetki iddia edebilir. Bu A devleti vatandaşı Lara'nın, kendi devleti ülkesinde işlediği siyasi suçlarla, hükümete karşı darbe girişimi suçlarını da kapsar. Buna örnek olarak, Joyce v. Director of Public Prosecutions Davası ([1946] AC 347, House of Lords) verilebilir. Mr Joyce Amerikan vatandaşı idi. Kendisi 'Lord Haw Haw' adıyla, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya'dan yayın yaparak, Müttefik Devletlerin teslim olmaları yolunda ikna çabasına girmişti. Joyce 1934'den 1940 yılına kadar İngiliz vatandaşlığına sahip idi. Ingiltere'de vatana ihanet suçuyla mahküm edilirken, Lord Jowitt, mahkemenin yetkisini koruma veya güvenlik ilkesine dayandırmıştır. Bu hususta ayrıca, Israel v. Eichman Davası klasik bir örnektir

Öte yandan, Lara tarafından internet yoluyla bu tür suçların sanal ortamda işlenmesinin suç haline getirilmesi, uluslararası toplum bakımından önemli sonuçlar doğurabilir, özellikle konuşma ve ifade özgürlüğü bakımından insan haklarını sınırlayabilir. Buna karşılık yazılı basın yoluyla işlenen suçlar ile sanal ortamda işlenen suçlar arasında fark gözetmek ne kadar haklı olabilir.

5. Bay 'X', 'A' devletinin eski devlet başkanıdır. Tedavi görmek üzere 'B' devletine gitmiştir. Bu ziyareti sırasında, bir özel insan hakları örgütü, 'B' devletinden Bay 'X'in iktidarının geçmişte insanlığa karsı suçlar işlediği iddiasıyla, suç mağdurlarını temsilen tutuklanmasını talep etmiştir.

Bay 'X'in yargı muafiyetini tartışınız.

Uluslararası hukukta bazı kişilerin, bir yabancı devletin ulusal mahkemesinin yetkisinden muafiyete hak kazandığı kabul edilir. Bunların en başında, yabancı devletler ile bunların devlet başkanları, hükümet başkanları ve dışişleri bakanları gelir. Bu kişilerin muafiyet iddiaları, muhakeme edilemezlik iddialarından farklıdır. Muafiyet, iç hukuk mahkemesinin normalde yetkiye sahip olduğu ancak davaya taraf olan kişilerden birinin kimliği nedeniyle, mahkemenin bu yetkisini kullanmaktan imtina ettiği durumlarda ortaya çıkar. Muhakeme edilemezlik ise, dava konusu olayın iç hukuk mahkemesi önünde muhakeme edilemeyecek bir mesele olmasıdır. Bu yüzden, muafiyetten her zaman feragat edilerek , muhakemeye devam edilebilir ama mahkemeler hiç bir zaman muhakeme edilemez meseleler üzerinde yetki iddia edemezler. O halde, muafiyet hukukun kendisinden çok uygulanmasından muafiyettir. Burada söz konusu olan, davalının kimliğine bağlı bir kalite ölçütüdür. Çünkü davalı ya bir yabancı devletin kendisi, ya da o devletin temsilcisidir.

Devlet başkanları, devletin bazı imtiyaz ve muafiyetlerinden yararlanır. Çünkü uluslararası hukukta bütün egemenlerin, eşit ve bağımsız olduğu kabul edilir ve bir egemenin rızası olmadan diğeri üzerinde otoritesini kullanması bu prensip ile bağdaşmaz: par in parem non habet imperium. (ABD Yüksek Mahkemesi, Schooner Exchange v. McFaddon, 1812)

Devletin bağışıklığı, ratione personae mi, yoksa rationae materiae midir?:

Ratione Personae bağışıklıktan, devlet başkanları ve bazı diğer yüksek dereceli resmi görevliler görevdeyken yararlanırlar ve bunların tüm resmi ve kişisel özel eylem ve işlemlerini kapsar. Görevden ayrıldıklarında, bu muafiyet ortadan kalkar. Bu bakımdan ratione personae bağışıklık, söz konusu kişilerin kategorilerini tanımlamak için uygulanır ve uygulandığı kişiler tarafından prima facie iddia edilebilir. (Sinclair, [1980] 167 Hague Recueil 113)

Ratione Materiae bağışıklık ise, konu veya işlevsel bağışıklıktır. Bütün devlet görevlilerini, halen görevde bulunması veya görevden ayrılmış olmasına bağlı olmadan, resmi kapasiteleri ile yapmış oldukları bütün faaliyetleri bakımından yabancı devletin ulusal mahkemesinin yetkisinden korur. Ratione materiae ile, muafiyetin özü veya esası bakımından uygun bir şekilde iddia edilip edilemeyeceğini tespit edilir. (Sinclair, a.g.e.) Buna göre, ratione materiae bağışıklığın kapsamı, ratione personae'den çok daha geniştir. Çünkü eski devlet başkanları ve eski yüksek düzeyli hükümet görevlilerinin, devletin işlevlerini yerine getirirken ifa ettikleri bütün resmi eylem ve işlemleri içerir.

Bu durumda, ikili bir test uygulamak yerinde olabilir: önce, söz konusu Bay 'X' ratione personae bağışıklığa sahipmidir? Eğer cevap 'evet' ise, suç olduğu iddia edilen eylemlerin kendisi bağışıklık konusu (ratione materiae) olabilir mi?

11 Nisan 2000 tarihli Tutuklama Müzekkeresi Davası (2002 ICJ Reports) görevdeki devlet ve hükümet başkanları ile dışişleri bakanları hakkında mutlak muafiyet ilkesini teyid etmiştir. Peki ya eski devlet başkanlarının muafiyet statüsü nedir?

İç hukuk mahkemelerindeki ceza davalarında devletin bağışıklığı karmaşık bir sorundur. Bir görüş, bu muafiyetin sınırlı muafiyet haline gelebileceği yönündedir. Bunun örnekleri vardır: Nüremberg Mahkemeleri Şartı (227. md), Yugoslavya ve Rwanda Ceza Mahkemeleri Statüsü (7 ve 6. md'ler), özellikle Uluslararası Ceza Mahkemesinin Roma Statüsü (27. md), Miloseviç ve Charles Taylor davaları... Çünkü ilk olarak, acaba bu meseleler daha çok iç hukuk mahkemelerinin keyfiyetine mi kalmıştır? Mesela Philipinler v Marcos ve ABD v Noriega...

İkinci olarak, uluslararası hukuk geleneksel olarak devlet başkanlarının resmi (jure imperii) ve özel (şahsi, jure gestionis) eylem ve işlemleri arasında fark gözetmiştir ve sınırlı muafiyet görüşü altında, sadece resmi (jure imperii) eylem ve işlemler yargı muafiyetinden yararlanır.

Üçüncü olarak, sadece görevde bulunan devlet başkanı yabancı devletin ulusal mahkemelerinin yargısından mutlak muafiyete sahiptir. Bu R v Bow Street Magistrate, ex parte Pinochet (No.3) Davasında teyid edilmiştir.

Ancak bir dürdüncü gerekçeye göre, Pinochet Davasında iddia edildiği gibi, eski devlet başkanının yargı bağışıklığı farklıdır. Çünkü ratione personae (kişi üzerinde) bağışıklık olmaktan çok ratione materiae (mesele, konu üzerinde işlevsel) bağışıklık olmaya dönüşür. Böylece bağışıklık sadece görevdeyken hizmet sırasında yapılan resmi eylem ve işlemlerle sınırlı kalır ama kişisel/özel (jure gestionis) eylemler muafiyet dışıdır.

Bu durumda dahi sorun, resmi (jure imperii) eylem ve işlemlerin uluslararası hukuka aykırı olduğu durumlarda, örneğin insanlığa karşı suçlar teşkil etmesi halinde çıkar. Bu suçların bir uluslararası sözleşme ile ihdas edilmesi halinde, gerekli uluslararası icra mekanizmalarınında kurulması ile, sorun belki bir ölçüde ortadan kalkabilir. Ama böyle bir durumun bulunmadığı Pinochet Davasında ne yapılmalıdır: özellikle insanlığa karşı işlenen suçlar bakımından yoruma açıktır.

R v Bow Street Magistrate, ex parte Pinochet (No.3) ([2000] 1 AC 147, House of Lords) Davası ile Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Belçika arasındaki 11 Nisan 2000 tarihli Tutuklama Müzekkeresi Davası (2002 ICJ Reports) arasında verilen karar bakımından ciddi bir ayrım gözetilir.

R v Bow Street Magistrate, ex parte Pinochet (No.3) ([2000] 1 AC 147, House of Lords) Davasında, Agusto Pinochet Şili'de askeri juntanın başkanı idi ve seçimle iktidara gelen sosyalist Allende rejimini (Amerikan istihbarat teşkilatı CIA desteğiyle) Başkan Salvador Allende'yi başkanlık Sarayında öldürerek 11 Eylül 1973'de yıktı ve iktidarı ele geçirdi. Daha sonra kendisini devlet başkanı olarak atadı ve Şili'yi 1990 Mart ayına kadar yönetti. Askeri junta iktidarı sırasında, Şili, İspanyol, Fransız ve İsviçre vatandaşlıklarını taşıyan rejim muhaliflerinden binlerce kişi keyfi olarak tutuklandı, hapse atıldı ve 4000 üzerinde kişi ise ya ödürüldü ya da kayboldu.

1998 yılında Pinochet İngiltere'ye tedavi olmak üzere geldi. Ziyareti sırasında, İspanyol Baş Savcısı soykırım, cinayete teşebbüs, işkence, rehin alma ve komplo kurmaktan suçluların iadesi müzekkeresi ile İngiliz devletine başvuruda bulundu. Pinochet, her zaman sadece Şili vatandaşı olarak kalmış ve hiç bir zaman İspanyol vatandaşlığını taşımamıştır.

Bu suçlar bakımından 1998 Ekim ayında İngiliz hükümeti tarafından iki geçici tutuklama müzekkeresi düzenlenmiş ve İspanya'ya iadesine karar verilmek üzere Bow Magistrates mahkemesine havale edilmiştir.

Burada konumuzu ilgilendiren, R v Bow Metropolitan Stipendiary Magistrate, ex parte Pinochet Ugarte No.3 temyiz kararında Lordlar Kamarası Hakimleri 6'ya karşı 1 (Lord Goff) muhalefet ile dört olası görüşü incelediler ama burada konumuzu ilgilendiren iki husus:

a. uluslararası teamül hukuk hukukunda yargı muafiyetinin sağlanıp sağlanmadığı

b. yargı muafiyetinin ratione materiae mi, ratione personae mi olduğu sorularıdır.

Lordlar, ilk meselede uluslararası teamül hukukunda (ve İngiliz hukukunda) yargı muafiyetinin bulunduğunu ve ikinci meselede ise, çoğunluk ile, bu muafiyetin ratione materiae olduğuna karar verdiler. Bu şu anlama gelir: iddia edilen işkence suçları Pinochet tarafından görevde iken işlenmiştir. Lord Millet, bunların özel/şahsi (jure gestionis) eylemler olmadığını ama egemen veya hükümetin resmi (jure imperii) eylemleri olduğunu ifade etmiştir. Bu görüş Lordların çoğunluğu tarafından benimsenmiştir. Sonuç olarak, Pinochet, bu suçlardan dolayı prima facie ratione materiae bağışıklığa sahiptir.

Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Belçika arasındaki 11 Nisan 2000 tarihli Tutuklama Müzekkeresi Davasında ise, hiç bir devlet veya hükümet başkanı veya dışişleri bakanı, görevdeyken, bir başka devletin ulusal mahkeme kararı veya tutuklama müzekkeresi gibi geçici tedbir kararı ile tutuklanamaz şeklinde bütün eylemlerinden ötürü ratione personae muafiyete hükmetmiştir. Ancak Kongo Dişişleri Bakanına görevden ayrıldıktan sonra ne olacağını tartışmamıştır.

Sonuç olarak, eski devlet başkanı Bay 'X'nına suç olarak isnat edilen eylem ve işlemlerinin görevdeyken resmi kapasitesi ile yapılmış olması ratione mateeriae muafiyetten yararlanabileceğini gösterir. Ancak buradaki gerçek güçlük, insanlığa karşı işlediği iddia edilen suçların bu niteliğini, devlet başkanının resmi görevi ne ölçüde bağdaştırılabileceğidir. İşte bu noktada, ratione personae muafiyetin kapsadığı özel/kişisel (jure gestionis) eylemlerden farklı olarak, nısbi olan ratione materiae muafiyet bu tür resmi adledilemeyecek suçlamalara karşı cazai yargıdan koruma sağmayacağı iddia edilebilir.

6. Kuzey ve güney kutuplarının hukuki rejimini değerlendiriniz.

Kuzey kutup bölgesi, Arktika kıtası, 20 M. km2 olup yarısı okyanustur ve tamamen buzullarla kaplıdır. Ayrıca, kıtanın bazı parçaları ise (7 M. km2 kara toprak parçaları ve adalar olarak Kanada, ABD (Alaska), Rusya, Norveç, Finlandiya, İsveç, Danimarka (Greenland) ve İzlanda'ya aittir. Buralarda 30 değişik yerli halk 4 milyon nüfusu oluşturur. Başlangıçta bu 8 devlet egemenlik iddiasında bulundu. Aralarında sektörel teorisini benimsediler ve ilgi devletin kutup uzantısı olan toprak parçasının en doğu ve batıdaki noktalarından kutup noktasına doğru bir üçgen alan, eğer başka devletin ülkesine girmiyor ise, o devlete ait olacaktı. Bu görüş UDAD tarafından Norveç ve Danimarka arasındaki Doğu Greenland Adasının Hukuki Statüsüne ilişkin Davada kabul edilmedi ama bu bölgedeki etkin işgal prensibinin makul bir kullanılması olarak değerlendirildi. Daha sonra 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi ile tamamen red edildi. Onun yerine 200 millik münhasır ekonomik bölge ihdas edilebilmesi genel kabul gören bir ilkedir. Ancak bu ülkeler arasında hala ciddi paylaşım sorunları özellikle deniz alanlarının sınırlanmasında yaşanmaktadır.

8 Arktika devleti çevre konularında işbirliği içerisindedir:

1973 Kutup Ayılarının Korunması Andlaşması

1991 Arktika Çevre Koruması Stratejisi

1996 Arktika Konseyi önemli bir andlaşma rejimininkurulmasını sağlamıştır.

Güney kutup bölgesi, Antarktika, ise 14 M. km2 dir. İngiltere, Rusya ve ABD güney kutubunu keşfettiklerini iddia etmişlerdir. Keşiflerin 18 ve 19. yy balina avcılığı endüstrisi ile başladığı bilinmektedir. Şimdiye kadar, 6 ülke egemenlik iddiasında bulunmuştur: Avustralya, Şili, Fransa, Yeni Zelanda, Norveç ve İngiltere. Bu iddialar, işgal, coğrafi uzantı, sektör teorisi, keşif, kullanma ve tarihsel haklara dayanır. Bir de, İkinci Dünya Savaşından sonra 5 devlet, Belçika, Japonya, Güney Afrika, ABD, ve Rusya, Antarktika'ya yapılacak ülkesel egemenlik iddialarını tanımayacakları ve kabul etmeyeceklerini beyan etmişlerdir.

1959 Antarktik Andlaşması yapılmış ve 1961'de yürülüğe girmiştir. Bundan sonra yapılacak yeni iddiaların, egemenliğe esas teşkil etmeyececeği kabul edilmiştir. Andlaşma süresizdir. Bununla 1959'da Antarktik Andlaşma Sistemi kurulmuştur. Değğişen şartlara karşı yeni politikalar ve stratejiler geliştirerek, Güney kutup bölgeleri çevresinin korunması için ek andlaşmalar yapılmıştır:

1972 Antarktik Ayı Balıklarının (Fokların) Korunması Andlaşması

1980 Antarktik Canlı Deniz Kaynaklarının Korunması Andlaşması

1988 Antarktik Mineral Kaynak Faaliyetlerini Düzenleyen Andlaşma

1991 Antarktik Andlaşması Çevresel Koruma Protokolü (1998'de yürülüğe girdi) Bu son andlaşma ile, Antraktik çevresi ve buna bağlı deniz ekosistemlerinin 'ortak alanlar' olarak insanlığın ortak mirası anlamında korunması fikri ağırlık kazanmaya başlamıştır. (Kıvılcım, İnsanlığın Ortak Mirası, 2010)

7. Uluslararası Hukuka Aykırı Eylemlerinden Dolayı Devletin Sorumluluğuna İlişkin Maddeler ve uluslararası içtihatlar bakımından, haksız fiilin bir unsuru olarak davranışın devlete isnat edilmesini inceleyiniz.

Bir uluslararası haksız fiilin varlığı, devletin icra veya ihmalinden müteşekil davranışının uluslararası hukuka göre devlete isnat edilebilmesine bağlıdır. Devlet aslında organize olmuş bir somut yapıyı içerir. Bu siyasi yapı içerisinde, hukuken eylem ve işlemlerde bulunma yeteneğine sahiptir. Ancak devlet bu işlevlerini gerçek kişilerin icrai şekilde veya ihmal süretiyle yapacakları eylemler yoluyla yerine getirir. Haksiz fiilin devlete isnat edilebilmesi için, onun adına eylemde bulunabilecek kişilerin kimler olduğununun belirlenmesi gerekir.

İsnat meselesi, a.) devlet görevlilerinin eylemleri, b.) özel hukuk şahıslarının eylemleri ve c.) ayaklanma eylemleri bağlamında incelenmelidir.

Devlet görevlilerinin eylemleri: Devlet ancak kendi organları ve temsilcileri ile davranabilir. Bunlar, yönetici ve yönetim, yargı, yasama, silahlı kuvvetler, ve federal devletler ile federe devletlerdir.

Genel kural olarak 2001 tarihli Uluslararası Hukuka Aykırı Eylemlerinden Dolayı Devletin Sorumluluğuna İlişkin Maddelerin 4. md göre, bütün devlet organlarının davranışları devletin fiili olarak kabul edilir ve organ iç hukuka göre bu statüye sahip her kişi veya birimi kapsar. Buna sadece yasama yürütme ve yargı değil ama diğer devlet işlevlerini yerine getiren ve devlet içindeki yeri ne olursa olsun, ister merkezi ister yerel idarede olsun bütün organlar dahildir. Hatta resmi görevi olmayıp, de facto devlet işlevini yerine getiren kişiler de bu maddenin kapsamında değerlendirilirler. Nitekim, Bosna ile Sırbistan arasındaki Soykırım Sözleşmesinin uygulanması davasında (2007) UAD devlete tamamen bağlı olarak faaliyet gösteren bireylerin veya varlıkların, devlet organına eşit sayılabileceğine karar vermiştir. Gerçekten devlet organı olmayan ama kamu gücü yetkilerini kullanmak üzere yetkilendirilmiş kişi veya birimin davranışı devlete isnat edilir. (5. md)

Yetki aşımı veya talimata aykırı davranışlar (ultra vires): bu durumda onaylanmamış davranışlar devlete isnat edilebilir. (7. md) Amerika ile Meksika arasındaki Youmans davasında (1926) şehir eşkiyalarının saldırısına uğrayan Amerikalıları korumaya gönderilen Meksika askerlerinin eşkiyaya katılarak Amerikalıları öldürmelerini, talimatlara aykırı davranış da olsa Mahkeme Meksika devletine isnat etmiştir. Yine Fransa ile Meksika arasındaki Caine Davası (1929).

Özel hukuk kişilerinin eylemleri: Burada iki durumda devlete, özel hukuk kişilerinin eylemleri isnat edilebilir: a.) bunların davranışları devlet tarafından yönlendiriliyor veya kontrol ediliyorsa, b.) bunların davranışları devlet tarafından tanınıyor ve benimseniyorsa

Kontrol durumunda iki test uygulanır: a.) etkili kontrol testi ve b.) genel olarak kontrol testi.

Etkili kontrol testi: Devleti özel hukuk kişisinin davranışından dolayı sorumlu tutabilmek için, bu kişilerin eylemlerinin herbiri üzerinde etkili kontrolünün bulunması gerekir. Örneğin ABD ile Nicaragua arasındaki Nicaragua Davasında (1986) Contra'ların eylemlerinin ABD'ye isnat edilmesi iddiası.

Genel olarak kontrol testi: Devleti özel hukuk kişisinin davranışından dolayı sorumlu tutabilmek için, bu tür kişiler tarafından yapılan eylemlerin üzerinde genel olarak bir kontrolünün bulunması yeterlidir. Eğer öyle ise, ilgili özel kişilerin herbir eylemi, artık her hangi bir hususi eylemin devletin kontrolune özellikle tabi olup olmadığına bakılmaksızın, o devlete isnat edilebilecektir. Bu test, Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesinin Temyiz Bölümü tarafından Tadić Davasına (1999) uygulanmıştır. Ancak UAD Bosna ile Sırbistan arasındaki Soykırım Sözleşmesinin Uygulanması Davasında, genel olarak kontrol testini reddetmiş ve devletin sorumluluğunun kapsamını temel ilkelerin ötesinde genişlettiği görüşünü benimsemiştir.

Devlet tarafından tanınması ve benimsenmesi durumunda, özel hukuk kişilerinin davranışları o devlete isnat edilebilir. ABD ile Iran arasındaki Tahran'da Amerikan Diplomatik ve Konsolosluk Personeline ilişkin Davada (1980) UAD, Khomeini'nin 17 Kasım 1979 tarihli kararını, Amerikan Büyükelçiliğinin işgalinin ABD tarafından devrik İran Şahı'nın iadesine kadar sürdürülmesi isteği yüzünden, bir isnat vesilesi olarak değerlendirmiştir.

İsyan hareketinin devlete isnatı: isyan ile ayak takımının şiddeti birbirine karıştırılmamalıdır. Ayak takımı veya güruhun şiddeti bakımından gerekli tedbirleri almayan devletin sorumluluğu vardır. Ancak, isyanı bastırırken, yabancılara gelebilecek zararlardan devletin sorumlu tutulmaması görüşü vardır. 2001 tarihli Uluslararası Hukuka Aykırı Eylemlerinden Dolayı Devletin Sorumluluğuna İlişkin Maddelerin 10. md, devletin isyancı hareketin eylemlerinden dolayı sorumlu tutulamayacağını öngörmektedir. Ancak eğer isyancı hareket daha sonra devletin hükümeti olursa veya mevcut devletin bir parçasında yeni devlet kurarsa, durum değişir: isyancılar tarafından kurulan hükümet, isyan sırasındaki hareketin eylemlerinden sorumlu olur. Ayrıca daha önceki hükümet tarafından işlenmiş haksız fiiller bakımından da sorumluluğu ortaya çıkar. Short v. Iran ve Yeager v. Iran (1987) davalarında devrim sırasında devrim muhafızları tarafından Amerikan vatandaşlarının haksız olarak İran'dan çıkartılması Iran'a isnat edilmiştir.



[*] önceki beyan veya tavırlara aykırı tutum yasağı

[†] title