30 Aralık 2013 Pazartesi

İnönü Hukuk Fakültesi Uluslararası Hukuk-I 2013-14 GÜZ Final Sınavı Hazırlık Soruları

İNÖNÜ HUKUK FAKÜLTESİ ULUSLARARASI HUKUK-I
2013-14 GÜZ DÖNEMİ SINAV HAZIRLIĞI

1. 1969 tarihli Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesinin 31. Maddesi: “Bir andlaşma, hükümlerine andlaşmanın bütünü içinde ve konu ve amacının ışığında verilecek sıradan anlama uygun şekilde iyi niyetle yorumlanır.”
Uluslararası andlaşmaların yorumlanması usulüne ilişkin üç ilke nedir, tanımlayınız.

Andlaşmaların yorumlanmasına ilişkin üç düşünce okulu vardır:
Tarihsel okul: tarafların niyetleri üzerinde yoğunlaşır.
Metin okulu: kullanılan kelimelerin doğal ve olağan anlamları üzerinde yoğunlaşır.
Teleolojik okul: andlaşmanın genel konu ve amacını dikkate alır.

Böylece üç usül ortaya çıkar:
Sübjektif görüş: andlaşmayı yorumlamanın temel ve yegane amacı, ona taraf olanların andlaşma yapılırken niyetini belirlemek ve öngörülen yükümlülüklere olan etkisini ortaya çıkarmaktır.
Objektif görüş: yorumda şu varsayıma dayanır: tarafların niyeti kendi belirledikleri metinde yansıtılmıştır. O halde, yorumun amacı bu metnin anlamını açığa çıkartmaktır. Bunu ise, metinsel sözcüklere sıradan anlamlar yükleyerek, sınırlı bir inceleme ile fazladan olağanüstü metinsel unsur atfetmeden yorumlamak süretiyle yaparlar.
Teleolojik yönteme göre, ilk önce andlaşmanın konu ve amacı belirlenmelidir. Ve kullanılan terimler andlaşmanın konu ve amacına etki kazandıracak bir şekilde bir yoruma tabi tutulmalıdır.

2. Andlaşmaya taraf olanlardan birinin andlaşmayı sona erdirebileceği (veya erteleyebileceği) haller nelerdir, açıklayınız.

1. Bir tarafın andlaşmanın maddi ihlaline neden olduğu halde:
Bir tarafın andlaşmanın maddi ihlaline yol açması, diğer tarafa buna dayanarak andlaşmayı sona erdirme veya erteleme hakkını verir. 1969 VAHS 60(1). Md.
İki taraflı andlaşmaları asli maddi ihlali buna neden olan devletin uluslararası sorumluluğunu gerektirir. Diğer tarafın andlaşmayı sona erdirme veya erteleme hakkı andlaşmaya uyumu sağlayan ana yaptırım olarak kabul edilir.
Çok taraflı andlaşmalarda ise, asli maddi ihlal iki görünüm arz eder.
andlaşmaya taraf olan devletlere grup olarak tanınan toplu hak şeklinde
taraf devletlerin bireysel hakkı şeklinde
1969 VAHS 60(2). Md: andlaşmanın sona erdirilmesi veya tamamen ya da kısmen askıya alınması i. diğer taraf devletlerin oybirliği ile ya kusurlu devlet ile ya da bütün taraflar arasında; ii. ihlalden özellikle etkilenen ile kusurlu devlet arasında ; iii. her hangi bir devlet ve kusurlu devlet arasında olabilir.
1969 VAHS 60(3). Md: göre asli maddi ihlal, ‘andlaşmanın müsaade edilmediği halde fesedilmesi’ veya ‘konu ve amacının gerçekleştirilmesi için gerekli olan bir hükme aykırı davranılması’dır.
Önemli olan ihlal kendiliğinden andlaşmayı sona erdirmez ama zarar gören taraflara bu yönde bir hak tanır.

2. Bir taraf için kendi yükümlülüklerini ifa etmenin daha sonra imkansız hale gelmesi durumu:
1969 VAHS 61(1). Md: sonraki imkansızlığı eğer imkansızlık andlaşmanın ifası ve için kaçınılmaz olan bir nesnenin daimi olarak ortadan kalkması veya tahrip olması sonucu olarak tanımlamıştır. Ancak tarafın kendi yükümlülüğünü ihlali sonucu imkansızlığa dayanması mümkün değildir. 62(2). Md.

3. Andlaşmanın yapıldığı şartların sonradan köklü değişikliğe uğraması: rebus sic stantibus
Bir andlaşmanın yapıldığı zaman bağlanma rızasını verdiği şartlarda daha sonra esaslı, temel ve köklü bir değişikliğin ortaya çıkması tarafların andlaşmayı ifa etmesini engelleyebilir. 1969 VAHS 62. Md Ancak bu ilke sübjektif yorum ve hakkın kötüye kullanılmasına mahal verebileceği için dar yorumlanmalıdır. Yoksa andlaşmaların güvenilirliğine tehdit oluşturur.

3. Uluslararası hukuk ile iç hukuk arasındaki teorik ilişkiyi Monist (tekçi) ve Dualist (ikici) doktrinler açısından açıklayınız.

Monist (tekçi) teori uluslararası hukuk ve ulusal hukukun, tek bir hukuk düzenin iki parçası olarak görür. Bu şekilde, var olan hukuk tektir ve ulusal veya uluslararası olması bunun hususi görünümleridir. Bunun sonucu olarak, her iki çeşit hukuk kuralları aynı etki alanı içerisinde faaliyet gösterir ve aynı düzenleme konusu ile ilgilidir. Böyle olunca, iki system arasında çatışma olabilir. Bu durumda uluslararası hukukun üstünlüğü genel olarak kabul edilir. Ancak bunun neden böyle olması gerektiğine dair açıklamalar çeşitlidir: örneğin, normativist (monist-pozitivist) Hans Kelsen hukuk düzenini hiyerarşik bir yapıda görür ve bütün hukuklar geçerliliğini temel norm olan ‘grund norm’dan alır. Uluslararası hukuk devletlerin uygulamasından ve ulusal hukuk uluslararası hukukta kurulmuş olan devtetin kendisinden çıkartıldığı için, uluslararası hukuk üstündür. Hersch Lauterpacht ise, ulusulararası hukukun üstünlüğünü bireylerin insan haklarını en iyi garanti eden system olmasına bağlar. Benzeri bir görüş ise, monist-naturalist görüştür ve uluslararsı hukukun üstünlüğünü daha üstün bir hukuk düzeni olan doğal hukuk ile ilişkilendirir.

Dualist (ikici) görüş, uluslararası hukuk ve ulusal hukukun aynı düzenleme konusu ile ilgili olsa bile, faaliyet alanlarının farklı olduğunu savunur. Uluslararası hukuk devletler arasındaki ilişkileri düzenlerken, ulusal hukuk devletin içerisindeki bireylerin hak ve yükümlülüklerini düzenler. Uluslararası hukuk, uluslararası düzeyde konu olan meselelere uygulanırken, ulusal hukuka konu olan meseleler bir devletin iç düzenlemelerine ilişkindir. Bunun sonucu olarak, devletin eylem ve işlemleri uluslararası hukuka aykırılık teşkil ediyor olsa bile, eğer geçerliliğini bu hususta açık bir iç hukuk kuralından alıyorsa ulusal mahkeme önünde korunabilir. Böylece bir devletin uluslararası düzeyde yükümlülüklerini ihlal ediyor olması uluslararası mahkemenin meselesi olarak kalır. Kısaca bir devlet uluslararası sorumluluğunu yol açsa bile, kendi ülkesi içerisinde hukuka uygun davranıyor olabilir. Çünkü ulusal mahkeme iç hukuku uygulayacaktır. Sonuç olarak, uluslararası hukuk ve iç hukuk bir diğerini geçersiz kılamaz. Bir system içerisinde ortaya çıkan hak ve borçlar kendiliğinden diğerine transfer edilemez. Dualist teori bu iki hukuk düzeninin çatışması olasığını kabul etmez.

4. Uluslararası hukuk kişileri kimlerdir, neden, açıklayınız.

Uluslararası hukuk kişisi demek, bir varlığın uluslararası hukuk tarafından hukuk kapasitesi ile donatılmasıdır. Uluslararası hukuk kişisi kavramı ile, uluslararası hukukta kişiliğe sahip olmak, uluslararası hukukun yarattığı hak, borç ve yetkilerden yararlanmak, ve bunlara dayanarak uluslararası alanda doğrudan ve dolayısıyla davranabilmek kapasitesidir. Hukuk kişiliği, uluslararası mahkemeler önünde hukuki iddia ve taleplerde bulunabilmenin bir gereğidir. Bu da uluslararası kişinin uluslararası hukukun tarafı olmasıyla mümkündür. Bu kapasitelere yani hak, yükümlülük ve yetkilere sahip olmaya muktedir olan ve teamül hukuku tarafından tanınan bu tür varlıkların uluslararası hukukun kişileri olarak tanımlanabileceğini söyler.

Uluslararası hukuktaki geleneksel görüş, uluslararası hukukun temel kişisinin bağımsız devletler olduğunu kabul eder.

Bu görüş modern uluslararası hukukta tartışmaya açıktır: özellikle bağımlı devletler + devlet benzeri varlıklar + uluslararası örgütler + gerçek kişiler bakımından…

Uluslararası örgütlerin hukuk kişiliği hususunda belirleyici olan UAD’nın BM Hizmetinde Uğranılan Zararların Tamiri Davasında (1949) tavsiye niteliğindeki kararıdır ve BM uluslararası hukukta tazminat talebinde bulunabilme kapasitesine ilişkindir. Divan BM’in işlevsel koruma ilkesi altında tazminat talep edebileceğini kabul etmiştir. Bunu BM in uluslararası hukukun bir kişisi olmasının, hak ve borçlara sahip olabilme kapasitesinin bulunduğu ve bu haklarını koruma kapasitesinin ona uluslararası iddia ve taleplerde bulunma yetkisini verdiğini söylemiştir. Ancak bu yetkileri, kurucu andlaşması olan şartta belirtilen hususi amaç ve işlevlerle sınırlıdır. Dolayısı ile bir uluslararası örgütün hukuk kişiliği, onun kurucu belgesinde açıkça veya zımnen belirtilen işlev ve yetkilerine bakarak ve bunların uygulamasındaki gelişmeleri dikkate alınarak takdir edilmelidir.

Bir diğer husus ise, uluslararası hukukun bireylere bir uluslararası mahkeme önünde uygulanabilir haklar ve yükümlülükler bahşedip bahşetmediği meselesidir. İkinci Dünya savaşından sonra gelişen uluslararası insan hakları hukuku yapılan muhtelif andlaşmalarla gelişmiş ve bireye uluslararası hukuk düzeyinde uygulanabilir hakların kabul edilmesini sağlamıştır. Ayrıca  bazı ilhallerden ötürü bireyin uluslararası sorumluluğu meselesi ilk kez UDAD tarafından 1928 Danzig Mahkemelerinin Yetkisi Davasındaki tavsiye kararında tartışılmıştır. Ikinci Dünya Savaşından sonra kurulan Nüremberg ve Tokyo Uluslararası Askeri Mahkemelerinde uluslararası suçlardan ötürü bireylerin cezai sorumluluğu olduğu düşüncesi ile, gerçek kişiler yargılanmıştır. Bu ise, bireylerin uluslararası hukukun bir tarafı olarak tanınmasına neden olmuştur. Uluslararası hukuk ve gerçek kişiler arasında kurulan bu doğrudan ilişkiye dayanarak, sadece insan hakları hukukunu değil ama uluslararası ceza hukuku da gelişmiş ve bu kapsamda ad hoc uluslararası ceza mahkemeleri kurulmuştur. Bireylerin insan hakları belgeleri ile korunması kadar bunların ihlal edilmesinden de cezai sorumlukları vardır. Böylece bireyler uluslararası hukukun hem konusu hem de tarafı olarak kabul edilirler. Ancak uluslararası kişilik belli konu alanlarıyla sınırlıdir.

5. Uluslararası hukukta devlet olmanın şartları nelerdir, örneklerle tanımlayınız.

1933 tarihli Devletlerin Hak ve Yükümlülüklerine ilişkin Montevideo Sözleşmesi’nin 1’inci maddesi uluslararası hukukun kişisi olarak devletin aşağıdaki şu niteliklere sahip olması gerektiğini ifade eder:

1.        Sürekli bir insan topluluğu
Daimi bir nüfüstan maksat istikrarlı bir insan topluluğudur. Asgari bir nüfus sınırı yoktur. Göçebe toplumlar bu durumu etkilemez. Nitekim insan topluluğu vatandaşlık iç hukuku ile tanımlanır ama ulus devlet olmak gerekli değildir; değişik ulusal kimlikteki topluluklar da bu şartı yerine getirirler.

2.        Sınırları belli bir ülke toprağı
Devletin sınırları arasında bir toprak parçası bulunması gerekir. Ancak bu sınırların kesin hatları üzerinde daimi olarak uzlaşma sağlanmış olması gerekmez. Devletin ülkesi kavramı, ülke topraklarını onun üzerindeki hava sahasını ve yeraltındaki bütün topraklarını kapsar. Burada önemli olan, ülke toprakları içerisinde bir siyasi topluluğun etkili olarak yerleşmiş olmasıdır.

3.        Hükümet veya kurulu siyasi otorite
Bir ülke toprağının devlet olabilmesi için, kendi hükümetinin olması gerekir. Hükümetin etkin icra kontrolüne sahip olması ve bir başka devletin denetimine tabi olmaması gerekir. Bu aslında bir derece meselesidir ve bir kez devlet ihdas edilikten sonra, hükümet otoritesinin geçici yoksunluğu veya etkisini yitirmesi devlet olmak niteğini ortadan kaldırmaz. Hatta devlet, hükümeti diğer devletlerin gücüne bağlı olsa bile, varlığını sürdürür.

4.        Diğer devletlerle ilişkiye girebilme kapasitesi
Bir varlığın diğer devletler ile ilişkilere girebilmesi kapasitesi, onun etkin icra kontolünü sadece iç meselelerde değil, ama dışilişkilerinde de uygulabilmesini gösterir ve devletin ‘egemenliği’ veya ‘bağımsızlığı’ olarak da ifade edilir. Devlet olabilmek için, diğer bir devletin otoritesinden hukuken bağımsız olmalıdır. Eğer bir varlık uluslararası ilişkilerinde bir başka devletin talimatı altındaysa, devlet olarak tanınmak hakkını kazanamaz.

6. Devletlerin tanınmasını kurucu ve açıklayıcı (beyan edici) teoriler açısından açıklayınız.

Devletlerin tanınmasının hukuki etkilerine ilişkin teoriler, tanımanın uluslararası kişilik kazanmanın bir şartı mı, yoksa bir sonucu mu olduğu sorusuna cevap verir.

i. Kurucu tanıma teorisi: 19. yy'da pozitivizm ile gelişmiştir. Uluslararası hukuka uyma zorunluluğu, bireysel olarak devletlerin o yöndeki iradesinden kaynaklanır. Yeni kurulan bir devlet, yeni uluslararası yükümlülükler yaratır ve mevcut devletlerin bu yeni yükümlülükleri tanımasına ihtiyaç vardır. Çünkü her hukuk sistemi, kendi organları tarafından bu sistemin taraflarını bir nihailik ve kesinlik ile belirlemek durumundadır. Uluslararası hukuk sisteminde bu organ sadece tek başına veya topluca davranan devletlerdir ve bunların tespiti, kesin hukuki etkiye sahiptir. İşte bu yüzden, yeni devletlerin, mevcut devletler tarafından tanınması gerekir. Böylece tanıma, uluslararası kişilik kazanmanın bir şartı olarak görülür.
Ancak kurucu teori şu noktalarda eleştirilmiştir: a.) bu yeni devletlerin tanınana kadar uluslararası hukukta hak ve borçlara sahip olamayacağı anlamına gelir. b.) Devletlerin uygulaması, tanımanın aslında tanıyan devlet bakımından siyasi nitelikte bir karar olduğunu göstermektedir. Öyleyse bir devletin hukuki statüsü neden bir başka devletin siyasi tercihine bırakılsın? c.) Yine devletlerin uygulaması, tanınmayan devlete tamamen kayıtsız kalmanın mümkün olmadığını gösteriyor. Mesela tanınmayan devletin hava sahasından izinsiz geçilmez veya karasuları açık deniz değildir. ç.) bir devletin uluslararası toplum tarafından tanınması için kaç devlet tarafından tanınması gerekir? d.) bazı devlet tarafından tanınan ama diğerleri tarafından tanınmayan yeni devletin uluslararası kişiliği çelişki yaratır.
Gerçekten de kurucu teori, tanımayı tamamen siyasi niteliğe bürümektedir. İşte bu yüzden Lauterpacht, uluslararası hukuk tarafından öngörülen devlet olma şartlarına sahip bir varlığın, mevcut devletler tarafından tanınması zorunluluğundan bahsetmiştir. Ancak devletlerin uygulamasında, böyle bir tanıma yükümlülüğünün varlığına rastlanmamaktadır: mesela Mançukuo, Kuzey Kore ve Doğu Almanya'nın tanınması gibi.

ii.) Beyan edici (Açıklayıcı) tanıma teorisi: Yeni bir devletin kurulması bir hukuk meselesi değil ama bir olay (gerçeklik meselesi) dir. Tanıma ise, sadece bu gerçeği kabul etmektir ve formaliteden başka bir şey değildir. Uluslararası hukukta bir varlığın statüsü, onun başkaları tarafından tanınıp tanınmamasına değil ama devlet olmak niteliklerine sahip olmasına bağlıdır. Tanıma, tanıyan devletin tanıdığı devlet ile uluslararası ilişkilere girmek isteğini ifade eden bir siyasi eylemdir. Uluslararası hukuki kişiliğin kazanılması ise, tanımadan bağımsız bir meseledir. 1933 Montevideo Sözleşmesi 3 ve 6. md'leri, Deutsche Continental Gas Ortaklığı v Polanya (1929)

7. Devletlerin egemen eşitliği doktrininin modern uluslararası hukuktaki rolünü tartışınız.

Belli bir toprak parçası üzerinde üzerinde yaşayan sürekli insan topluluğu, ancak örgütlenmiş bir siyasal mekanizma ile yönetme yetkisini kullanabilirse, devlet olarak kabul edilebilir. İşte buradaki emretme veya yönetme yetkisi egemenliktir.

Uluslararası hukukun bir kavramı olarak, egemenliğin üç temel görünümü vardır:

a.) Egemenliğin dış görünümü: Bir devletin diğer devletler ile ilişkilerini, bir başka devletin sınırlaması veya denetimine bağlı olmaksızın, serbestçe belirleyebilmek hakkıdır. Bağımsızlık olarak da ifade edilir.

b.) Egemenliğin iç görünümü: Bir devletin kendi kurumlarının karakterini belirlemek, bunların işleyişini temin etmek ve sağlamak, kendi belirlediği kanunları yapmak ve bunlara saygı gösterilmesini temin etmek hususundaki münhasır hakkı veya yetkisidir.

c.) Egemenliğin ülkesel görünümü: Bir devletin ülkesi üçerisinde, altında ve üstünde bulunan bütün kişiler ve şeyler üzerinde icra ettiği, mutlak ve münhasır otoritesidir. Bağımsız devletler arasında ülkesel egemenliğe saygı göstermek, uluslararası hukukun en önemli ilkesidir.

Uluslararası hukukta egemenlik bu üç görünümün toplamını ifade eder ve bundan en temel ilkeler kaynaklanır:
i.) devletlerin eşitliği
ii.) bir başka egemen ve eşit devletin iç ve diş işlerine müdahaleden kaçınma

*Devletlerin Eşitliği Doktrini Nedir?

BM Şartının 2(1). md. - üye devletlerin egemen eşitliği
Her bir devletin egemen devletler olarak diğer devletlerden tam saygı görmeye hakkı vardır.
Saygıdan amaç, hukuk önünde saygıdır ve hem iç hukuk hem de uluslarası hukuk bakımından beklenir.

Eşitlik mutlak veya tam değildir, bütün devletlerin eşit olacağı anlamına gelmez. Ama hukuk önünde eşitliktir. En doğru şekilde, bağımsızlık ile tarif etmek gerekir.

Hukuki sonuçları:
1.) Her devletin kendi ülkesi toprakları ve orada yaşayan insan topluluğu üzerinde münhasır yetkisi vardır (Yetki-jurisdiction)
**2.) Devletlerin diğer devletlerin yetki sahası içerisinde müdahale etmeme yükümlülüğü vardır. (içişlerine karışmama ilkesi)
a.) bir devlet, diğer devletlerin üzerinde yetki iddiasında bulunmaz.
b.) bir devletin ulusal mahkemesi, bir başka devletin resmi işlem ve eylemlerinin geçerliliğini sorgulayamaz.
c.) ulusal mahkemeler, resmi kapasitesi hareket eden bir yabancı egemenin üzerinde yetkisini icra edemez.
3.) Uluslararası örgütlere üye olmak zorunlu değildir. Ama üye olan devletler bakımından
a.) her devletin yalnızca tek oyu vardır
b.) devletlerin oyları eşit ağırlığa sahipdir.
4.) Uluslararası mahkemelerin yetkisi, bir uyuşmazlığa taraf olan devletlerin rızasına bağlıdır. Doğu Carelia Davası (1923)

Ayrıca 1964 tarihli BM'in Devletler arasında Barışcıl İlişkiler ve İşbirliği hakkında Uluslararası Hukuk İlkeleri Kamitesi Beyanı


Olay:

Fantazya, Atlantik Okyanusunda bulunan ve Güney Amerika sahillerine 1000 mil uzaklıkta bir adadır. 1700 yılında bir Portekizli gemi kaptanı tarafından keşfedilmiş ve Portekiz adına egemenlik iddia edilmiştir. O tarihte adada kimse yaşamıyordu. Bundan bir kaç yıl önce Portekizliler Güney Amerika’da zaten Fantazya adasına en yakın kara parçası üzerinde Lizboa kolonisini kurmuştu. Ancak ne Portekizli kaptan ve tayfası, ne de herhangi bir Lizboa koloni göçmeni Fantazya’da kalmadılar.

1795 yılında, bir Avrupa devleti olan Kalamanya’ya ait savaş gemisi Fantazya’ya geldi ve buraya göçmen indirdi. Böylece Kalamanya ada üzerinde egemenlik iddiasında bulundu. Göçmenler adaya bayrak diktiler ve bir vali ile birlikte küçük bir yerleşke kurdular. Bu göçmenler ve sonraki nesil, su ve bitkisel kaynak eksikliği yüzünden, adadan 50 sene sonra ayrılmak zorunda kaldılar. O tarihten sonra adada yerleşik bir koloni olmadı. Ancak 1850’lerden itibaren Kalamanyalı balıkçı tekneleri Fantazya sularında avlanmaya başladılar ve Kalamanya’ya geri dönmeden önce düzenli olarak adaya çıkıp avladıkları balıkları işleme tabi tuttular.

1795 ile 1955 arasında Lizboa’dan Fantazya adasına bir yerleşim olmadı. Ancak 1955 yılında Lizboa Portekiz’den bağımsızlığını kazandı. Portekiz ile yapılan bağımsızlık andlaşması, Fantazya’nın Lizboa ülkesinin bir parçası olduğu hükmünü içerirken, Fantazya’yı yeni bağımsızlığına kavuşan Lizboa resmi haritası içerisinde gösterdi.

1960’da Kalamanya Dişişleri Bakanlığı durumu fark etti. Şimdi her iki devlet Fantazya üzerinde kendi ülkelerinin bir parçası olarak egemenlik iddia etmektedir. Ada açıklarında Lizboa ve Kalamanya yerlileri arasında çatışmalar meydana gelmektedir.

8. Uluslararası hukukta başlıca ülke kazanma yolları nelerdir?

Uluslararası hukukta geleneksel olarak ülke kazanma yolları 5 başlık altında incelenir: a. işgal, b. kazandırıcı zamanaşımı, c. yeni arazi oluşumu, ç. devir, d. fetih ve ilhak.

1) İşgal, bir devletin terra nullius (sahipsiz) bir ülkeyi, kendi egemenliğine tabi kılmak niyet ve iradesi ile, egemenliğini kullanarak kazanmasıdır. Bu silahlı çatışma sırasında bir devlet toprağının işgal edilmesinden (ocupatio bellica) farklıdır.
Bu durumu belirleyen 3 unsur vardır:
i)              Ülkenin sahipsiz olması terra nullius, yani bir başka devletin egemenliği altında bulunmaması gerekir.;
ii)            Egemenliğe tabi kılmak niyeti ve egemen olarak davranmak iradesine sahip olmak gerekir (animus possidendi).;
iii)          Ülke ancak etkin kontrol altına alındığında işgal edilmiş sayılır.

Sahiplenme, işgal eden devlete ülke üzerinde kontrol sağlar. Devletin egemenlikle uyumlu faaliyetleri icra edebilmesi gerekir ki, bu da etkin icra kontrolunün veya sürekli otoritenin sergilenmesini içerir.

2) Kazandırıcı zamanaşımı, bir ülke parçası üzerinde başlangıçta haksız olan (hiç bir hukuki sebebe  dayanmayan) egemenliğin, bir başka devlet tarafından, o ülkeyi kendi egemenliğine tabi kılmak niyet ve iradesiyle, uzun süre ve çekişmesiz olarak kullanması sonucu kazanması durumudur. Terra nullius, sahipsiz ülkenin işgalinden farklıdır, çünkü zamanaşımı bir başka devlete ait olan ülke parçasının kazanılmasını içerir (Palmas Adası davası). Işgalde egemenliğin kullanılması için bir süre şartı yoktur. Zamanaşımındaki, çekişmesizlik, asıl egemenlik hakkı sahibinin bu züre zarfında itiraz etmemesidir.
Kazandırıcı zamanaşımının 4 şartı:
i)              Sahiplenme egemenlik hakkı olarak icra edilmelidir (yani devlet otoritesi sergilenmeli ve bir başka devletin egemenliği tanınmamış olmalı).;
ii)            sahiplenme barışcıl (sessiz kalınmış olmalı veya protesto edilmeden) ve kesintisiz olmalıdır. Ancak etkili protesto kazandırıcı zamanaşımını keser.;
iii)          sahiplenme, uluslararası kamuya açık görünümde sergilenmelidir.;
iv)          sahiplenme sürekli ve ısrarlı olmalıdır. Zamanaşımının gerçekleşebilmesi için, etkin kontrolün uzun bir süre devam etmesi gerekir.

3) Devir, bir devletin kendisine ait bir ülke parçası üzerindeki egemenlik hakkından bir anlaşma ile bir başka devlet lehine vazgeçmesidir. Şekil önemli değildir; önemli olan devir eden ile alan arasındaki irade birliğidir. Kuvvet kullanma veya tehditi sonucu sağlanan rıza geçersizdir.
Tarihte çeşitli örnekleri vardır: Lousiana’nın Fransızlar tarafından 1803 de ABD’ye satılması, Alaska’nın Rusya tarafından 1867 de ABD’ye satılması, Bosna-Hersek’in Osmanlı tarafından 1909 da 54 milyon altına Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna satılması.

4) Arazi oluşumu veya katılma, bir devletin egemenliğine tabi olan ülkenin, nehir yataklarının kuruması veya deniz kıyılarının dolması, ya da volkanik olaylar ve depremler ile yeni adalar oluşması gibi, doğal olaylar nedeniyle genişlemesidir. Tıpkı kum, alüvyon, kil, çakıl taşları gibi toprak maddelerinin birikmesi sonucu yavaş ve tedrici ülke toprağı genişlemesi gibi, su veya diğer doğal etkilerle zaman içinde toprak kaybı da erozyondur. Her iki durumda doğal olarak yavaş ve tedrici bir biçimde meydana gelmelidir. Eğer suyun akış yolunda doğal güçler veya bir afet (mesela fırtına, sel, tufan gibi) yüzünden ani ve şiddetli bir bir arazi bölünmesi olursa, farklı bir durum ortaya çıkar. Buna bir hukuki sonuç bağlanamaz. Örneğin ABD ile Meksika arasında 1911 Chamizal Hakemlik kararı.

5) Fetih ve İlhak:
Fetih, silahlı kuvvet kullanma yolu ile bir başka devletin egemenliğine tabi olan bir ülke parçasının kazanılmasıdır. Ancak günümüzde kuvvet kullanma yasağı karşısında, fetih modern uluslararası hukuka aykırı bir ülke kazanma yolu olarak sadece tarihsel bir öneme sahiptir.
Ilhak yolu ile kazanım ise, bir devlet tek taraflı olarak bir başka devlete ait olan ülkeyi o devletin rızası dışında ele geçirmesidir. Burada fiili direnmenin bulunması gerekli değildir.
Kuvvet kullanma yasağının ülke kazanılmasına etkisi, saldırgan devletin kuvvet kullanma yolu ile ülke kazanamayacağı ve saldırganın dayattıracağı bir devir andlaşmasının da bu durumda hukuken geçerli olmayacağıdır.
Meşru müdafaa halinde kuvvet kullanan bir devlet, fetih yolu ile toprak kazanabilir mi? BM Genel Kurulu tarafından 1970’de kabul edilen Devletler arasında Dostça İlişkiler ve İşbirliğine dair Uluslararası Hukuk prensipleri Beyannamesi buna imkan vermez. Örnek, BM Güvenlik Konseyi ve Genel Kurulu, İsrail’in 1967 Haziran savaşında ele geçirdiği Filistin topraklarını ilhak etmeye hakkı bulunmadığını muhtelif defalar teyid etmiştir. Yine Irak’ın 1990’da Kuwait’i ele geçirip, daha sonra kendisinin 19’uncu eyaleti yapmak niyeti ve iradesi üzerine, BM Güvenlik Konseyi’nin  662 ve 664 sayılı kararları ile  Kuwait’in fethini batıl ilan etmiş ve ilhakının hiç bir hukuki geçerliliğinin olmayacağı söylemiştir.

9. Lizboa ve Kalamanya muhtelif ülke kazanma yollarından hangilerini, Fantazya üzerinde hak iddia etmek üzere kullanabilirler, neden?

Fantazya üzerinde hak iddia etmek için, kimin ada ülkesi üzerinde mülkiyet/sahiplik (title) hakkı olduğunu tespit etmek gerekir.
1928 Palmas Adası Davasında Hakem Huber, "egemenliğin, [tartışmalı] toprakların herhangi bir devletin ülkesi içerisine dahil edilmesi için gerekli olan bir hukuki şart." olduğunu söylemiştir. Nitekim, her devletin kendi ülkesi üzerindeki münhasır yetkisi, bu husustaki başlangıç noktasıdır.
Palmas Adası kararı dikkate alınarak, bu devletlerden hangisinin diğerine göre daha üstün bir egemenlik iddiası ile ada üzerindeki mülkiyet hakkına (title) sahip olabileceği tespit etmek gerekir.

Bunlardan yeni toprak oluşumu ve fetih olaya uygulanamaz. Çünkü Fantazya'da ne keşfedilmeden önce kimse yaşıyordu; ne de sonradan kurulan bir koloni fethedilmiştir.

Aksine, ada terra nullius (sahipsiz) idi, yani henüz hiçbir devletin egemenliği altında olmayan ama bir devletin egemenliğine girmeye müsait toprak parçasıdır. Bu tür terra nullius ülkeler işgal yolu ile kazanılabilir.
Nitekim Portekiz Fantazya'yı keşfetmiş ve üzerinde egemenlik iddia etmiştir. Ancak keşif tek başına mülkiyet/sahiplik (title) için yeterli değildir. Keşif sadece işgal ile ülke kazanmak için delillerden bir tanesidir. Genellikle, makul bir süre boyunca sergilenecek etkili işgal ile tamamlanması gereken bir olaydır. Etkili işgalden maksat, iki unsurun bir arada olmasıdır: i. egemen olma niyetini taşımak ve bir egemen gibi davranmak (animus possidendi); ii. etkili icra veya devamlı bir otorite göstermek. Adayı keşfeden ve egemenlik ilan eden Portekiz ise, etkili işgale sahip olmamıştır.

Buna karşılık, Kalamanya Fantazya'da bir yerleşim kolonisi kurmuş ve topraklar üzerinde egemen titri ile etkili kontrol icra etmiştir. Portekiz'in egemenlik iddiasına karşı, Kalamanya'nın iddiası, kazandırıcı zamanaşımına dayanabilirmi? Burada kazandırcı zamanaşımını sağlayan, hükümet idaresine tabi sürekli ve barışcıl kontrol icra etmektir. Ve bunu işgalden ayıran, terra nullius ülkeler işgal konusu olabilirken, kazandırıcı zamanaşımı bir başkasının egemenlik iddiasına konu olan ülkeler üzerinde sözkonusu olur.


Son olarak, Lizboa Portekiz'den ayrılırken yaptığı bağımsızlık andlaşması Fantazya'yı Portekiz'den devralmıştır. Devir bir ülke parçasının tamamı veya bir kısmı üzerindeki egemenliğin bir başka devlete anlaşma ile transfer edilmesidir. Devir meşru bir ülke kazanma yolu olsa da, hukuka uygunluğu, devreden devletin devredilen topraklar üzerinde daha başında mülkiyet/sahipliğin (title) sahip olmasına bağlıdır. Hiçbir devlet sahip olmadığı bir ülkeyi devredemez. (1928 Palmas Adası davası)

9 Aralık 2013 Pazartesi

2013-2014 Uluslararası Kamu Hukuku–I Güz Ara Sınavı Çözüm Önerileri 15 Kasım 2013

Uluslararası hukukun gerçek bir hukuk olarak varlığına ilişkin
1. Klasik yaklaşımlar nelerdir? Açıklayınız.

a. Doğal hukuk görüşü
b. Pozitivist hukuk görüşü

DOĞAL HUKUK Görüşü:
Eski Yunandan kaynaklanır. 17 yy öncesinde hakim olan görüş idi. Doğanın kendi kuralları ve düzeni vardır. Bu kural ve düzen bireylerin ve devletlerin ilişkilerini yönetir. Bunlar doğanın düzeninde var olan kurallardır. İnsan akıl ve mantığı ile bunları keşfeder. Temel ilişki hukuk ve ahlak/moral değerleri arasındadır. Bu ilişki maddi ve usuli hukuka, laikliğe veya dini temellere dayandırılabilir.

POZİTİVİST HUKUK Görüşü:
17, 18 ve 19. yy'da doğal hukuk doktrinine karşı ortaya çıkmıştır. Uluslararası hukuk bağlayıcılığını devletlerin iradesinden alır. Devletler uygulamaları ile hukuku oluştururlar. Devletler ancak kendi eylem ve işlemleri ile yansıttıkları iradelerine dayanan kurallarla bağlıdırlar. Bu yüzden oluşumuna rıza vermedikleri, kendilerinden önce oluşmuş kurallarla bağlı olmamalıdırlar. Devletlerin iradeleri andlaşma veya örf ve adet şeklinde açık ya da zımni olarak ortaya çıkabilir. Rıza prensibi (gönüllülük ilkesi) devletin egemen eşitliğine dayanır.
20. yy'da normativist pozitivizm şeklinde Hans Kelsen'in normatif teorisi ile etki kazanmıştır. Kelsen'in hukukun saf teorisi hukuk düzeninin bir normlar hiyerarşisinden oluştuğunu savunur. Bir alttaki norm geçerliliğini ve meşruiyetini bir üsteki normdan alır. Normlar hiyerarşisinin en üstünde temel norm (grund norm) vardır. Bunun ahde vefa ilkesi olduğu iddia edilmiştir.
2. Modern yaklaşımlar nelerdir? Açıklayınız.

a. Realist düşünce
b. Liberal düşünce
c. İnşacı teori

REALİST Yaklaşım:
Uluslararası hukuka şüpheci  yaklaşırlar. Uluslararası ilişkilerde gerçek olayların belirleyiciliğine inanırlar. Uluslararası politika güç ve iktidar mücadelesidir. Uluslararası hukuk bu mücadele içerisinde kuvvet kullanma ve güvenlik kavramları etrafında güçlü devletler tarafından oluşturulur.

LİBERAL Düşünce:
Uluslararası hukuk, uluslararası toplum için bir düzen kurulmasını sağlayan bir sistemdir. Karşılıklı bağımlılığın arttığı ve küreselleşmenin yayıldığı uluslararası ilişkilerde hukuk düzeni şarttır. Bunun örnekleri 2. Dünya savaşından sonra artan devletlerarası işbirliği, uluslararası örgütlerin kurulması ve uluslararası alanda hükümet-dışı kuruluşların ortaya çıkmasıdır.

İNŞACI Teori:
Dünya, insanlar tarafından üretilen ve paylaşılan fikir ve düşüncelerin yer aldığı bir sosyal süreç içerisinde faaliyet gösterir. Bu süreçteki sosyal etkilenişim sonucu oluşan normlar ve kurallar zaman içerisinde sürekli bir yapıya kavuşur. Hukuk düzeninin yaratılması ve şekillenmesini sağlar. Nitekim, küresel sivil toplum insanların bu faaliyetlerini devlet ve hükümetlerden bağımsız bir şekilde yerine getirdiğinin kanıtıdır. Bu yüzden inşacı düşünce küresel yönetim anlayışından söz eder. Burada egemenlik haklarının zayıfladığı görülen devletin yanısıra, uluslararası örgütler ve sivil toplum kuruluşları hukuk düzeninin oluşmasında, bir tür uluslar üstü bir otoriteye sahip sahiptirler.

3. Uluslararası Adalet Divanı Statüsünün 38. maddesinde düzenlenen hukuk kaynakları nelerdir? Şekli ve maddi ayrımına tabi tutarak açıklayınız.

ŞEKLİ Kaynaklar:
Hukuk kurallarını tespite yarayan ve bunları bildiren kaynaklardır. Bu yüzden kuralların yaratılmasına yönelik hukuki usul ve yöntemlerdir.

MADDİ Kaynaklar:
Kuralların oluşumuna ve varlığına delil olabilecek her türlü unsuru içerir. Bu yüzden bir hususi kuralın içeriği ve esasına işaret eden kaynaklardır.

Böylece iç hukuk sistemlerinde, biçimsel kaynaklar kural yapımındaki anayasal mekanizmalardır.
Maddi kaynaklar ise, o yaratılan hususi kuralın bulunabileceği içtihat ve statülerdir.

Uluslararası hukuk bakımından, biçimsel kaynak hukuk kuralının geçerliliği ve bağlayıcılığını ifade eder.
Maddi kaynak, hukuk kuralının bulanabileceği yeri ve onun içeriğini belirlemeye yöneliktir.

UAD Statüsünün 38. maddesi,
asli kaynaklar olarak uluslararası andlaşmalar, uluslararası teamül ve hukukun genel ilkelerini; -ki bunlar biçimsel/şekli kaynaklardır-
tali kaynaklar olarak ise, yargı kararları ve öğretiyi (doktrin) -ki bunlar maddi kaynaklardır,- içerir.


4. Uluslararası teamül kuralının maddi ve psikolojik unsurları nelerdir? Açıklayınız.

Örf ve adet, uluslararası hukuk kişilerinin kendilerini hukuken yapmak zorunda hissettikleri yapılagelen davranış veya eylemlerdir.
Bir kuralın teamül olabilmesi için,
a. maddi unsur, -objektif unsur ve
b. manevi unsur, - psikolojik unsur, sübjektif unsurlara sahip olması gerekir.

MADDİ Unsur:
Teamülün maddi unsuru devletlerin uygulamasıdır. Devletin eylem, işlem, tavırlar ve davranışlarını içerir. Ancak maddi unsurun, yani devletin uygulamasının belli şartları taşıması gerekir:
i. uygulamanın süresi
ii. uygulamanın genelliği
iii. uygulamanın tutarlılığı, uyumluluğu veya yeknesaklığı

MANEVİ Unsur:
Psikolojik unsurdur ve opinio juris sive necessitatis olarak bilinir.
Devletin uygulamasının bir hukuk kuralı olduğu inancı veya bilinci ile yapılması gerekir. Devletler hukuk kuralı olarak kabul ettiği ve aksine bir davranışın sorumluluk doğuracağına inandığı için belli bir şekilde hareket etmek gereğini hissederler. Bu böyle bir uygulamayı takip etmek hususunda hukuki bir inançtır. Bu yüzden devletlerin genel uygulamasını bir teamül kuralı haline getiren, onun bir hukuk kuralı olarak bağlayıcılığına olan inançtır.
Burada ispat külfeti + aranan standart iki önemli sorundur:
1927 tarihli UDAD Lotus-Bozkurt kararı açık denizde çatma ile can ve mal kaybına yol açan Fransız gemisinin kaptanı üzerinde Türkiye'nin cezai yargı yetkisinin bulunmadığına dair Fransa'nın sunduğu örnek uygulamaların teamül kuralı oluşturabilmesi için, bir hukuki zorunluluk inancı ile böyle davranıldığının ispatlanması gerekir, demiştir.
Yine 1969 Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Davalarında eşit uzaklık ilkesini uluslararası teamül haline getirecek bir opinio juris'in bulunmadığını söylemiştir.

5. 1969 tarihli Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesinin 26. Maddesi: “Yürürlükteki her  andlaşma kendisine taraf olanlar bakımından bağlayıcıdır ve bunlar tarafından iyi niyet ile icra edilmelidir.” Andlaşmalar hukukunun temel prensiplerinden, i. ahde vefa, ii. iyi niyet ve iii. irade serbestliği prensiplerini örneklerle tanımlayınız.

i. AHDE VEFA ilkesi:
1969 VAHS 26. maddesi, yürürlükteki her andlaşma kendisine taraf olanları bağlar ve bunlar tarafından iyi niyetle uygulanmalıdır hükmünü içerir. Ahde vefa, pacta sund servanda ilkesidir ve uygulanması iyi niyet prensibi ne bağlanmıştır. Ahde vefa ilkesi bir teamül kuralıdır. UAD Gabcikovo-Nagymaros Projesi davasındaki 1996 tarihli kararı ile, ahde vefa ilkesinin bu niteliği ve iyi niyet ile olan ilişkisi teyit edilmiştir. Ancak taraflar ancak yürürlükteki andlaşmalar ile bağlıdırlar. Henüz yürürlüğe girmemiş veya sona ermiş andlaşmalar bakımından ahde vefa ilkesi uygulanamaz.

ii. İYİ NİYET İlkesi:
Hukukun genel prensiplerindendir. Hukuk düzenin temel dayanağıdır. Uluslararası hukuktaki statüsü, Avustralya ve Fransa arasındaki 1969 Nükleer Denemeler davasında teyit edilmiştir. Buna göre, uluslararası hukukun kişileri uluslararası hukuk tarafından kendilerine yüklenen bağlayıcı yükümlülüklerine uymaları iyi niyetle uymaları gerekir. Pacta sund servanda ilkesi sadece yürürlükte olan andlaşmalara uygulanırken, iyi niyet ilkesi bütün durumlarda uygulanır. Andlaşmanın bütün yaşam döngüsünde geçerlidir. Nitekim. 1969 VAHS 18. maddesi, andlaşmanın yürürlük kazanmadığı hallerde dahi imzacı devletin andlaşmanın konu ve amacı ile bağdaşmayan davranışlardan kaçınmasını emreder. Yoksa bu iyi niyet ilkesinin ihlali anlamına gelir.

iii. SERBEST İRADE İlkesi:
Bir devletin rıza göstermediği bir andlaşma ile bağlanamayacağı anlamına gelir. Böylece eğer isterse andlaşmaya girer. Bu devletin bağımsızlığı ve egemen eşitliğinin bir sonucudur. Ancak serbest irade ilkesinin bazı istisnaları vardır: mesela andlaşmanın taraf olmayan üçüncü devletler bakımından etkisi gibi. Bir devletin andlaşmaya rıza göstermesi bazen değişik şekiller alabilir: mesela çekince veya andlaşmaların değiştirilmesi gibi. Başlangıçtaki kabulü kadar, görüşmeci devletlerin andlaşma ile yerine getirilmesi istenen taahhütlerinden daha sonra çekince ile imtina edebilmeleri de serbest irade prensibinin uygulanmasının bir sonucudur.

6. Hakça ilkelerin (equity) üç işlevi nedir? Bunları Uluslararası Adalet Divanı Statüsünün 38. Maddesinin 1(c).fıkrasındaki 'hukukun genel ilkeleri' ve 2. fıkrasındaki 'hakkaniyet ve nısfet'i ex aequa et bono bakımından açıklayınız.

Neyin adil ve makul olduğu anlamına gelir. UAD Statüsünün 38(1)(c). md'de İki kullanıma sahiptir: *uluslararası hukukun genel prensibi olarak adalet ve nısfet ilkeleri (Meuse Nehrinde Su Çekilmesi davası) ve
*mahkemeye bir dava üzerinde karar verirken hukukun tanıdığı bir takdir yetkisi dahilinde, makul olan bireyselleşmiş adalet unsurlarını davaya ithal etmek yolu olarak
i. infra legem equity: yürülükteki hukukun yorumlanması yöntemidir. Böylece hukuk bireysel davalara uygulanır. Hususiyet sağlanır. Somut olayın adaleti gerçekleşir. Katı hukuk kurallarının olayın niteliklerine uygun olarak esnetilerek uygulanması için, Tunus ve Libya arasındaki 1982 Kıta Shanlığı davası. Burada hakkaniyet prensiplerinden bahsedilmektedir.
ii. Preater legem equity: hukuktaki boşluk doldurulur. Uluslararası hukukta ortaya çıkan yetersizlikleri giderebilmek için kullanılır. Mantıksal lacuna doldurulur.
UAD Statüsünün 38(1)(c). md'de bu iki işlevinde kullanılır.

iii. Contra legem equity: hukukun sosyal yetersizliklerine çare bulabilmek için, mevcut hukuk kuralından ayrılmak için kullanılır. Nitekim UAD Statüsünün 38(2) maddesi bir uyuşmazlığa taraf olan devletlerin davanın ex aequo et bono çözülmesi için anlaşma yaparak divana yetki vermesi, davanın sadece hukuk çerçevesinde değil ama davanın kendi şartları içerisinde adalet ve nısfete uygun olarak contra legem karar verilmesini sağlamak içindir.