11 Nisan 2012 Çarşamba

Genel Kamu Hukuku: Sorular & Sorunlar

T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ

2011-2012 Akademik Yılı Bahar Yarıyılı

GENEL KAMU HUKUKU: Sorular & Sorunlar

1.) Platon (Eflatun) ve Aristoteles'in mülkiyet sorunu hakkındaki görüşlerini, Rousseau'nun mülkiyet görüşü ile kıyaslarak değerlendirin.

2.) Egemenlik kavramını Machiavelli, Bodin, Hobbes ve Rousseau'nun görüşlerini kıyaslayarak tartışınız.

3.) Sosyal Sözleşme theorisini Hobbes, Locke ve Rousseau'nun görüşlerini kıyaslayarak tartışınız.

4.) Reform hareketinin etkilerini, Thomas Aquino ve Thomas More'un görüşleri ile kıyaslayarak değerlendiriniz.

6 Nisan 2012 Cuma

MİLLETLERARASI HUKUK-II BAHAR DÖNEMİ PRATİK ÇALIŞMA

ERCİYES ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ

İKİNCİ SINIF ÖĞRENCİLERİNİN DİKKATİNE

2011-2012 AKADEMİK YILI BAHAR YARIYILI MİLLETLERARASI HUKUK – II :

Pratik Çalışma (Nisan)

1.) Uluslararası Adalet Divanın Yetkisi konusunda, Divanın yetkisinin olduğunu belirleme yöntemi ve yetkisinin dayandığı esasları tartışınız?

CEVAP PLANI: Bu soruya cevap verirken aşağıdaki hususları dikkate alınız:

UAD'nın temel işlevi, önüne gelen davalarda karar verdiği tarihte geçerli olan hukuka dayanarak hukuki uyuşmazlıkları çözümlemektir.

i. Uyuşmazlık nedir?

Eğer Divan sadece hukuki uyuşmazlıkları çözmeye yetkili ise, o zaman siyasi ve hukuki uyuşmazlık ayırımı nedir? Hukuki uyuşmazlığın kıstasları nelerdir?

• 1927 Filistin Mavrommatis Imtiyazları davasında UDAD'nın hukuki uyuşmazlık tanımı,

Portekiz ile Avustralya arasında 1995 Doğu Timor davasında, UAD: davacının iddialarının red edilmesinin kendisi hukuki uyuşmazlığın çıkması için yeterlidir.

• Yine Bosna Herzeg ve Yugoslavya arasındaki 1996 Soykırım Sözleşmesinin Uygulanması davasında, UAD: Yugoslavya'nın Bosna tarafından yapılan şikayete itiraz etmesi, aralarında hukuki uyuşmazlığın çıkması için yeterlidir.

ii. UAD'nın yetkisinin dayandığı esaslar nelerdir?

İki türlüdür: a. Devletler arasındaki uyuşmazlıklara bakma kapasitesi + b. Tavsiye niteliğinde kararlar verme kapasitesi

a. Çekişmeli davalardaki yetkinin esasları nelerdir?

UAD Statüsüne göre, sadece devletler Divan önünde çekişmeli davaların tarafı olabilir ve Divan'nın bu tür davalardaki yetkisi ilgili devletlerin rızasına tabidir.

Rıza Prensibi: UAD'nın önüne gelen bir davaya karışan bütün devletlerin rızası gerekir, yoksa Divan'ın karar verme yetkisi de yoktur. Teamül kuralı olarak teyidi için 1923 tarihli Doğu Carelia davasında UDAD'nın tavsiye kararı.

UAD Statüsünün 36 (1). md göre, UAD yetkisi, davaya taraf olan devletlerin rızasına dayanır. Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Rwanda arasındaki 2006 tarihli Kongo Ülkesindeki Silahlı Faaliyetler davasında, UAD yetkisinin daima davaya taraf olacak devletlerin yetkisine dayanması gerektiğini söylemiştir.

aa. Rızanın ifade edilme yolları nelerdir?

1. Compromis: Uyuşmazlığa taraf olan devletler arasında yapılan bir hususi anlaşma ile uyuşmazlıklarını Divan'ın yetkisine sunmalarıdır. Bu hususi anlaşmaya compromis denir.

2. Yetki maddesi: Bir uluslararası andlaşmada bulunan yetki maddesi (compromissory clause) ile, eğer andlaşmanın uygulanması veya yorumundan ötürü bir ihtilafın vuku bulması halinde, ihtilafa taraf devletin tek taraflı olarak bunu UAD'na sunması ve diğer sözleşmeci devletlerin bu zorunlu yetkiyi (andlaşma hükmü) ile kabul etmiş olmasıdır. Bu modern çok taraflı andlaşmalarda yaygın bir çözüm yöntemidir. Örneğin, Bosna Herzeg ve Yugoslavya arasındaki 1996 Soykırım Sözleşmesinin Uygulanması davasında, UAD'nin yetkisi 1948 Soykırım Sözleşmesinin IX. md'sine dayandırılmıştır.

3. Forum Prorogatum İlkesi: Divan önünde tek taraflı başvuru ile açılmış bir davada, davalı devletin açık veya üstükapalı (zımni) olarak rızasını vererek Divanın yetkisini sonradan (dava açıldıktan sonra) tanımasıdır. Bu eylem, işlem veya beyanla olabilir. Davalı devletin, sadece Divanın yetkisine itiraz etmemiş olması yetmez ama gerçek bir rızanın olması gerekir. Bu durum divanın içtihatlarında çok ender görülür: 1927 Filistin Mavrommatis Imtiyazları davası, 1928 Polonya'nın Yukarı Silesia'da Azınlık Hakları davası ve 1948 Korfu Boğazı davası var olan üç örnektir.

4. Zorunlu yetki (optional clause): UAD Statüsünün 36(2)&(3). md'si uyarınca Divan'ın yetkisinin ihtiyari beyanla kabul edilmesi durumudur. Bu durumda bir hususi anlaşma yapılmasına gerek kalmadan Divan'ın yetkisi ipso facto zorunlu olarak aşağıdaki durumları içeren bütün hukuki uyuşmazlıklar bakımından tanınmıştır:

* bir andlaşmanın yorumlanması

* bir uluslarası hukuk meselesi

* bir uluslararası yükümlülüğün ihlalini oluşturan herhangi bir olayın varlığı

* bir uluslararası yükümlülüğün ihlali için yapılması gereken tamirin niteliği ve kapsamı

Devletler, Divan'ın yetkisini tanıdıklarına ilişkin tek taraflı beyanlarını BM Genel Sekreterliğine verirler. Bu güne kadar 66 devlet bunu yapmıştır ve aralarında İngiltere dışında başka bir Güvenlik Konseyi daimi üyesi yoktur.

Bu beyanın hukuki etkisi,

* Her ne kadar beyan tek taraflı ise de, Divan'ın yetkisini böyle bir ihtiyari beyanla kabul eden devletler arasında iki taraflı bir ilişki doğurur.

* Divan bir kez davayı ele aldıktan sonra, beyanın geri çekilmesi davayı sona erdirmez.

* Karşılıklılık ilkesi: Divan'ın zorunlu yetkisini kabul bir devlet, bunu sadece aynı yükümlülüğü kabul eden diğer devletler ile ilişkileri bakımından sınırlı olarak yapmıştır. 36(3). md'e göre, ilgili devletler beyanlara çekince koyup koymamak kadar, hem yetkiyi tanımanın karşılıklılığı ve hem de zaman boyutu bakımından istedikleri çekinceyi koymakta serbestirler.

b. UAD'nın Tavsiye Niteliğinde Karar Verme Yetkisi

96(1). md uyarınca, BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi UAD'na tavsiye niteliğinde görüş sorabilirler.

96(2). md uyarınca, BM'in diğer organları ve özel teşkilleri aynı şeyi BM Genel Kurulu tarafından kendilerine verilen yetkiyle yapabilirler.

Yakın geçmişteki en önemli iki örnek, 2004 tarihli İsrail tarafından İşgal Altındaki Filistin Topraklarında Duvar İnşa Edilmesinin Hukuki Sonuçları Davası ve 1996 tarihli Nükleer Silahların Kullanılması ve Tehditinin Hukuka Uygunluğu Davasıdır.

Unutulmaması gereken, UAD'nin yetkisi herhangi bir uyuşmazlığı çözmek değil ama sadece kendisine sorulan soru hakkında hukuki mütalaa vermektir. Bu yüzden talepleri her zaman red etmek hakkına sahiptir.

2. 11 Eylül 2001 tarihinde New York'da Dünya Ticaret Merkezi ikiz kulelerine yapılan saldırıyı takiben, 2002 ve 2006 tarihli ABD Ulusal Güvenlik Stratejileri önleyici meşru müdafaa (pre-emptive self-defence) fikrini benimsemiştir. Bush doktrini olarak da bilinen önleyici meşru müdafaanın uluslararası hukuka uygunluğunu tartışınız.

CEVAP PLANI: Ayrıntılı bir inceleme için bkz Link AHMET CURAL, Bush Doktri̇ni̇ Ve Askeri̇ Gücün Önalıcı Ve Önleyi̇ci̇ Savaş Kapsamında Kullanılması Ankara-2011: Ankara Üni̇versi̇tesi̇ Sosyal Bilimler Ensti̇tüsü Uluslararası İlişkiler Anabi̇lim Dalı, Yayınlanmamış Doktora Tezi

BM Şartının 2(4). md'sinde yer alan bir devletin uluslararası ilişkilerinde kuvvet kullanması yasağını iki istisnaya bağlanmıştır: (a). BM Güvenlik Konseyinin Şartın 7. Bölümü uyarınca uluslararası barış ve güvenliğin korunması veya yeniden tesisi amacıyla kuvvet kullanılmasına cevaz vermesi halinde; ya da (b). Şartın 51. md'sinde bir devlete tanınan tek taraflı veya toplu olarak 'doğal' meşru müdafaa hakkını kullanması durumundadır.

Ayrıca Nicaragua ve ABD arasındaki Nicaragua İçerisinde ve Ona Karşı Askeri ve Yarı Askeri Faaliyetlere İlişkin Davada (1986), UAD meşru müdafaanın bir 'doğal' teamül hukuku hakkı olduğunu ve 51. md hükmü ile yanyana işlediğini söylemiştir.

51. md'nin koyduğu şart, meşru müdafaanın hakkının kullanılmasını derhal Güvenlik Konseyine bildirmekdir. Ancak bu hakkın kullanılması Güvenlik Konseyinin duruma el koyması ve gerekli gördüğü tedbirleri almak yetkisini ve sorumluluğunu etkilemez. Bu bakımdan meşru müdafaa toplu güvenlik sisteminin bir parçasıdır.

ABD Ulusal Güvenlik Stratejileri, silahlı saldırının anlamıyla doğrudan ilgilidir. 2(4). md kuvvet kullanma ve tehditini yasaklarken, 51. md ancak ve sadece bir silahlı saldırı halinde meşru müdafaa hakkının kullanılabileceğini öngörmüştür. Buradaki temel soru, 2(4). md'de kullanılan 'kuvvet' teriminin 'silahlı saldırı' terimiyle aynı anlamda kullanılıp kullanılmadığıdır. Yani silahlı saldırı teşkil etmeyen bir kuvvet kullanmaya karşı meşru müdafaa halinde zorlayıcı kuvvet kullanma hakkı varmıdır?

2002 ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi silahlı saldırı nosyonunu, terörist grupların gelecekteki saldırılarını veya toplu imha silahlarının gelecekteki kullanımlarını önlemek amacıyla genişletmeye çalışmaktadır. 2002 Ulusal Güvenlik Stratejisi, ABD'nin toplu imha silahlarını edinmeye veya kullanmaya teşebbüs eden teröristlere karşı önleyici veya önsel müdahalede bulunmaktan hiç çekinmeyeceğini beyan etmiştir.

Bazı Amerikalı yazarlar (Reisman & Armstrong [2006] 100 AJIL 525) göre, önleyici meşru-müdafaa iddiası aslında henüz uygulamaya konmamış veya tehdit haline gelmemiş olan büyüyen bir gelişmenin durdurulması için tek taraflı yüksek seviyede şiddet kullanılması hakkına yönelik bir taleptir. Bu gelişmeye müsaade edilirse, potensiyel önleyici devletin bu tehditi ileride kendisine çok daha yüksek ve muhtemelen kabul edilemez maliyette etkisiz hale getirmesi gerekecektir.

Burada belkide önleyici meşru müdafa kavramını, ile doktrinde 1837 tarihli Caroline Davasına dayandırılmaya çalışılan beklentisel-ileriye yönelik meşru müdafaa (anticipatory self-defence) kavramı karıştırılmaktadır.

Bu tartışma iki farklı meşru müdafaa görüşünden kaynaklanır: (i). meşru müdafaa hakkı, silahlı saldırının fiilen vuku bulması üzerine ortaya çıkar. (ii). devlet, olması yakın ve kesin bir saldırının bertaraf edilmesi için meşru müdafaa halinde müdahale etmek hakkına sahiptir. Bu ikinci görüş, Caroline Davasında ABD Dişişleri Bakanı Webster tarafından şöyle ifade edilmiştir: eğer meşru müdafaanın gerekli olması, acil, yoğun, hiç bir seçim şansı ve düşünme anı bırakmıyorsa, meşru müdafaa peşin olarak silahlı saldırıdan önce kullanılabilir. Buna göre, BM Şartının 51. md'sinin dışında ve ötesinde, uluslararası teamül hukukunda meşru müdafaanın şartları: zaruret hali (gereklilik) + orantılılık + aciliyettir. Uygulamada beklentisel-ileriye yönelik meşru müdafaa (anticipatory self-defence) hakkının meşruluğu, İsrail'in Altı gün savaşında kendi sınırına asker yığılmasına karşı silahlı saldırıya geçmesi; Küba füze krizinde ABD'nın Küba'yı denizden karantinaya alması ve İsrail'in Irak'taki Osirak nükleer reaktörünü imha etmesi olaylarında iddia edilmiştir. Bir Amerikalı yazar (Thomas Frank, 2002) beklentisel-ileriye yönelik meşru müdafaa (anticipatory self-defence) hakkının ancak saldırı ihtimalinin çok yüksek ve yakın gelecekte ve kesin olduğu hallerde ortaya çıkacağını söylemiştir.

Oysa ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi, aciliyet şartının olması yakın ve kesin olması sınırını, gelecekteki tehditlere doğru genişletmektedir. Ancak ABD Stratejisinin meşru müdafaa halinde müdahaleyi ne kadar erkene aldığı belli değildir. Yine bazı Amerikalı yazarlara göre, önleyici meşru müdafaa, beklentisel-ileriye yönelik meşru müdafaadan farklıdır: şöyleki, beklentisel-ileriye yönelik meşru müdafaa görünen, yakında olması kesin tehdittir.

Buna karşı diğer bazı yazarlar (Irak savaşının hukuka aykırı olduğu iddiasıyla İngiltere Dışişleri Bakanlığı Hukuk Müşavirliği görevinden İstifa eden Elizabeth Wilmshurst'un 2006 tarihli Meşru-müdafaa halinde kuvvet kullanma hakkında uluslararası hukuk kuralları çalışması), daha henüz ortaya çıkmamış bir tehdite karşı cevap vermek hakkını içeren bir önleyici meşru müdafaa doktrinin uluslararası hukukta hiç bir dayanağının bulunmadığını iddia etmişlerdir. Bu ilkelere göre, Amerikan gerekçesindeki en hayati zafiyet, Bush doktrinin daha henüz gerçekleşmemiş bir tehditi hedef olarak, ex post facto hukuka uygunluk değerlendirmesi yapmak olasılığını tamamen ortadan kaldırmasıdır. Bu görüş öğretide oldukça güçlü bir desteğe sahiptir. Teamüli meşru-müdafaa hakkı kapsamında dahi, acil olmayan yani yakın gelecekte olması kesinlik arz etmeyen bir tehdite karşı, meşru müdafaa halinde askeri müdahalede bulunmak hakkı yoktur.

Sonuç olarak, önleyici meşru müdafaayı içeren Bush doktrini, bir uluslararası hukuk doktrini değildir. Ne uluslararası öğretide, ne de devletlerin uygulamasında kabul görmüştür.

3. A devleti, komşu B devletinde saklanan asilerin sınıraşan saldırılarına maruz kalmıştır. A devletinin güvenlik güçleri, asileri ve sığınaklarını imha etmek üzere B devletine girmişlerdir. B devleti derhal meseleyi BM Güvenlik Konseyine götürür ve Güvenlik Konseyinden bozulan uluslararası barış ve güvenliğin yeniden tesisi için müdahale etmesi ister.

Güvenlik Konseyinin alması beklenen tedbirler nelerdir? Örnekler ile açıklayınız.

CEVAP PLANI: BM Güvenlik Konseyinin önüne iki devlet arasında silahlı çatışma durumu gelmiştir. Burada iki ayrı olay vardır: Birincisi, B devletinden kaynaklanan sınıraşan silahlı saldırı A devletinin ülkesine yapılmıştır. Ikincisi, A devletinin, asileri ve kamplarını yok etmek için güvenlik kuvvetlerini B devleti ülkesi içerisine göndermesidir. Burada Güvenlik Konseyinin uluslararası barış ve güvenliği temin etmekteki rolü sorulmaktadır.

Güvenlik Konseyi için ilk yapılması gereken, mevcut durumun barışı tehdit eden, barışı bozan veya saldırı fiilini oluşturan bir durum olup olmadığını BM Şartının 39. md'si altında tespit etmekdir. Bu üç kategori içerisinde barışın tehdit edilip edilmediğinin tespiti, Güvenlik Konseyi tarafından uygulamada en sık başvurulan yöntemdir. Çünkü hukuki tanımlamaya en az elverişli ve dolayısıyla en çok siyasi esneklik içeren tespit şeklidir. Güvenlik Konseyi sadece uluslararası barışı değil ama bölgesel barışı tehdit eden pek çok durumu bu kategoride değerlendirmiştir; öyle ki bazı devletlerin içerisinde meydana gelen sivil ve hatta sosyal ayaklanmaları barışın tehditi olarak görmüştür. Örneğin, Somalya'daki iç savaş hakkındaki 1991 kararı, Haiti'de demokratik yollarla seçilen hükümete karşı tehdit hakkındaki 1993 kararı ve Sudan'nın Darfur eyaletindeki iç karışıklıklar hakkındaki 2004 kararı. Özellikle 11 Eylül 2001 tarihinden sonra bütün terör eylemlerini her şekilde uluslararası barışın tehditi olarak tanımlamıştır. Hatta Kuzey Kore'nin nükleer denemelerini ve uzun menzilli füze faaliyetlerini 2009 tarihli bir kararında uluslararası barış ve güvenliğe tehdit olarak görmüştür.

Buna karşılık sadece dört olayda uluslararası barışın bozulduğuna karar vermiştir: Kuzey Kore'nin Güney Kore'yi işgal ettiğine ilişkin 1950 tarihli kararı, Irak'ın Iran'ı işgal ettiğine ilişkin 1982 kararı, Arjantin'in İngiliz Falkland Adalarını işgal ettiğine ilişkin 1982 kararı ve Irak'ın Kuwait'i işgal ettiğine ilişkin 1990 kararıdır.

Durumun saldırı fiilini teşkil etmesinin tespitinde BM Genel Kurulunda 1974'de kabul edilen 3314 sayılı Saldırının Tanımı Kararı yol gösterse bile, bu tanım meselesi uluslararası suç oluşturduğu için fevkalade tartışmalıdır. Bu yüzden Güvenlik Konseyi şimdiye kadar sadece üç devleti saldırgan ilan etmiştir: Israil, Güney Afrika ve Rhodesia.

Bu tespiti yaptıktan sonra, durumun vahametine göre, ya BM Şartının 7. bölümü altında bir tavsiyede bulunmadan veya tedbir kararı almadan önce, 40. md uyarınca durumun kötüleşmesini önlemek üzere geçici tedbirlere karar verebilir; ki bunlar genellikle ateşkes ve geri çekilmedir, ya da 41 ve 42. md'ler altında uluslararası bariş ve güvenliğin korunmasına ilişkin ne tür tavsiyelerde bulunacağına veya hangi tedbirleri alacağına karar verir.

41. md ile Güvenlik Konseyi, silahlı kuvvet kullanmayı içermeyen tedbirlerin üye devletler tarafından uygulanmasına karar verebilir. Bunlar kısmen tamamen ekonomik ilişkilerin kesilmesi, demir yolu, deniz yolu, posta, telgraf, radio, ve diğer iletişim ile diplomatik ilişkilerin kesilmesi olabilir. Örneğin soğuk savaş döneminde 1966 Rhodesia'ya karşı alınan tedbirler ve 1977'de Güney Afrika Cumhuriyeti'ne karşı alınan tedbirler. Veya yakın zamanda Irak, Yugoslavya, Liberya, Sierra Leone, Iran ve Kuzey Kore'ye uygulanan ekonomik yaptırım ve ambargolar.

Eger bu seviyede tedbirler başarısız olursa, bu durumda 42. md altında uluslararası barış ve güvenliğin korunmasını sağlamak için, hava, deniz veya kara güçleri kullanmak suretiyle her türlü gerekli tedbirleri alabilir. Bu tür tedbirler, üye devletlerin hava, deniz ve kara kuvvetlerinin albuka ve diğer operasyonlarını da içerir. Gerçekte bu hükmün lafzen kullanılması 7. Bölüm altında BM ordusunu gerektirdiği için, örneğin bir Kore savaşı (1950) veya Irak'a karşı Körfez savaşı (1990), Güvenlik Konseyinin bu madde ile bir veya bir grup devlete yetki vermesiyle olmuştur. Soğuk savaş sonrası uygulamalarında NATO, Afrika Birliği, Amerikan Devletleri Örgütü gibi bölgesel örgüleri de 7. Bölüm uyarınca yetkilendirdiği görülmektedir. BM daimi ordusunun kurulamaması yüzünden, bu husustaki olağan uygulama uyuşmazlığa taraf olan olan A ve B devletlerini BM Barış Gücü bulundurmaya ikna etmek olurdu. Bu bakımdan barış gücü, Kıbrıs ve Kongo gibi ihtilaflarda başarıyla kullanılmıştır.

4. Uluslararası İnsaniyet Hukukunun dört temel ilkesi olan insancıllık ilkesi, askeri gereklilik ilkesi, orantılılık ilkesi ile sivil ve muharip ayırımı ilkesinin bu alandaki hukukun yorumlanması ve boşluklarının doldurulmasındaki rölünü değerlendiriniz.

CEVAP PLANI:

İnsancıllık İlkesi - Martens Şartı

Önce 1899 tarihli Kara Savaşlarına ilişkin II sayılı La Haye Sözleşmesi’nin giriş bölümüne, daha sonra ise aynı konuda 1907 tarihli IV sayılı La Haye Sözleşmesi’nde yer alan bu kayıta göre,

“Savaş kurallarının daha tam bir kodu yapılana kadar, Yüksek Sözleşmeci Taraflar, kendileri tarafından kabul edilen düzenlemelerde içerilmeyen durumlarda, halk ve muhariplerin uluslararası hukukun, medeni milletler arasında yerleşmiş kullanımlar, insani kuralları ile kamu vicdanının gereklerinden kaynaklanan ilkelerin korunması ve hükümranlığı altında kalmasının doğru olduğu düşüncesini beyan ederler.”

Günümüze dek değişik tarzlarda da olsa, muhtelif bir çok belgede ve davada gönderme yapılan Martens Şartı’nın, uluslararası hukukun uygulamasında ve biçimlenmesindeki tam rolü ve etkisi üzerindeki farklı görüşler ve tartışmalar halen sürmektedir:

i. En dar şeklinde yorumlandığında şu anlama gelir: yerleşmiş teamülün yanı sıra burada sayılan insani kurallar ve kamu vicdanın emirleri gibi kavramlar, uluslararası insaniyet hukukunun gelişmesinde bir ilham kaynağı olarak görülür.

ii. Orta yolu takip eden yorum ise: belli bir davranış açıkça yasaklanmadığında, bunun o davranışa izin verildiği anlamının çıkartılmaması gerektiğini ifade eder. Bu bakımdan, Martens Şartının işlevi, uluslararası insaniyet hukuku (UİH) nun kural ve prensiplerini yorumlarken ve UİH kural ve prensiplerinin oluşumu sürecinde ve sonraki etkilerinin değerlendirilmesinde yol gösterici olmasıdır. Diğer yandan ise, andlaşma tarafından düzenlenmiş hususlarda teamül kuralları uygulanmaya devam eder.

iii. En geniş anlamda yorumlanması ise: Şart şu anlama gelir, silahlı çatışma sırasında davranış sadece andlaşmalar ve teamül hukukuna göre değil ama ayrıca Şart tarafından göndermede bulunulan insani kurallar ve kamu vicdanın emirlerine göre de değerlendirilmelidir. Yani insani kurallar ve kamu vicdanın emirleri UİH oluşumunda iki yeni kaynak olarak dikkate alınmalıdır.

Bu üç yorumdan çıkan, Martens Şartına atfedilen normatif kimlik ile, doğrudan veya dolayısıyla, uluslararası hukukta yeni kurak ihdas etmek kabiliyetini kazanıp kazanmadığı sorusudur.

Bu yorumların ışığında Martens Şartı iki seviyede incelenebilir:

1. Yorumlayıcı bir araç olarak kullanılır. Eğer bir şüphe ortaya çıktığında, UİH insani kurallar ve kamu vicdanın emirlerine uygun yorumlanır.

2. Şart uluslararası kaynakların mevcut sistemi içerisinde kullanılırken, teamül için gereken şartları gevşetmek amacıyla işlev görebilir. Bunu yaparken, opinio juris sive necessitatis'e teamülün maddi unsurundan daha yüksek bir seviyede önem verilecektir: Yani opinio juris, teamülün maddi unsurundan daha etkili bir işleve sahip olur ve devletlerin uygulamalarının yetersiz olduğu alanlarda bu boşlukları doldurur. Buradaki sorun, sozkonusu edilen insani kurallar ve kamu vicdanın emirleri gibi yabancı unsurların teamül hukukunun oluşum sürecine dahil edilerek çarpıtılmasıdır.

Buna rağmen, UAD Nükleer Silahların Kullanılmasının Meşruiyeti Davasında (1996), Martens Şartının uluslararsı teamül hukukunun önceden var olan bir ifadesi olduğunu ve askeri teknolojinin süratli gelişmesine cevap vermesinin etkili bir aracı olarak kendini kanıtladığını kabul etmiştir.

Bu prensipten anlaşılması gereken, özellikle bir andlaşma veya teamül kuralı tarafındandan düzenlenmeyen hallerde ve bütün savaş eylemlerine uygulanacak asgari insaniyet koşullarının gerekliliğini ihdas etmek ise, insancıllık ve insaniyet ilkesi UİH'nun genel bir prensibi olarak görülebilir.


Askeri Gereklilik İlkesi

Savaş hukukunda askeri gereklilik kavramı belli bir durumun silahlı güç kullanmayı haklı kılıp kılmadığı sorusuna ilişkindir. Savaş hukukunun dayandığı esas olan ‘savaş sırasında devletlerin başarmaya çalışacakları yegane meşru amaç düşmanın askeri gücünü zayıflatmaktır’ ilkesi ve ‘çatışanların düşmana zarar verme araçlarını seçme hakkının sınırsız olmadığı’ ilkesinden çıkartılan temel yasak, ‘gereksiz acılar ve aşırı zararlara neden olan silahların kullanılmaması’dır. Silahların bu şekilde sınırlanması ise, 'belli bir silahın seçimini belirleyen gerekliliğin derecesiyle' ile 'neden olacağı gereksiz acılar ve aşırı zararların' dengelenmesine bağlıdır. Bazı durumlarda öngörülen askeri hedeflere ulaşabilmek için, savaşanlara böyle acı ve zararları verse bile, belli bir savaş aracı veya yöntemi bazen en etkili, bazen de tek yol olarak askeri gerekliliğin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Böylece askeri müdahalenin kapsamı ve süresinin hukuken geçerliliği, belli bir çarpışmanın ya da genel olarak savaşın bütününden beklenen meşru askeri amaçların ışığında ‘gerekli’ görüleni aşıp aşmamasına bağlıdır.

Askeri gerekliliğin kabul gören tanımı 1948 Rehine Davasında Amerikan Askeri Mahkemesi tarafından yapılmıştır:

"Askeri gereklilik, savaşana savaş hukukuna tabi olarak, düşmanı mümkün olan en az zaman, hayat ve para harcıyarak tamamen teslim olmaya zorlayacak her çeşit ve miktar kuvveti kullanmaya müsaade eder."

Buna göre, savaş kazanmak meşru bir amaçtır. Ve düşmanın en kısa zamanda teslim olmasını sağlamak için, öldürücü güç kullanmak gereklidir. Ancak UİH bu meşru askeri hedefleri başarmak için, sadece gerekli olanın ötesinde şiddet kullanmayı yasaklar.

Askeri gereklilik şartının uygulanması, özünde insaniyet hukukununbarındırdığı insani düşüncelere dayanan bir takım usuli ve esaslı kıstaslara tabi kılınmasını zorunlu kılar. Bu üç temel sınırlama şunlardır:

i. Saldırının düşmanı askeri yenilgiye uğratma niyeti ile yapılması gereği,

ii. Düşmanı zayıflatmaya bile yönelik olsa, saldırının sivil kişi ve nesnelere, bundan beklenen somut ve doğrudan askeri avantaja oranla aşırı zarar vermemesi gereği, ve

iii. Uluslararası insancıl hukukun diğer kurallarını ihlal etmemesi gereği olarak sayılabilir.

Orantılılık İlkesi

Uluslararası insaniyet hukukunun esasını teşkil eden orantılılık ilkesi, sivil halk arasında can ve mal kaybına neden olan askeri saldırıların hukuken meşru olup olmadığını belirlemek için kullanılır. Savaşı düzenleyen uluslararası hukukun esaslı kurallarının 1899-1907 La Haye Konferanslarında kodlaştırılmasında önemli rol oynamıştır.

Orantılılık ilkesi, yapılan eylemlerin nitelik ve derecesinin, kazanılan askeri avantajla orantılı olup olmamasıdır. Askeri gayenin başarılması için gereken ne ise, ondan fazla kuvvetin bütün çeşit ve dereceleri hukuka aykırıdır.

Orantılılık özünde bir başka şekilde yasal olan zararı sınırlandırmaktan ibarettir. Silahlı çatışmalar hukukuna uygulandığında, bir yandan meşru askeri amaçların, diğer yandan insani düşüncelere dayanan menfaatlerin yerine getirilmesinde bir denge unsuru olarak görev yapar. Orantılılık ilkesi, askeri bir eylemin meydana getirdiği kayıpların, bundan umulan askeri avantaja kıyasla aşırı olmaması gerektiği esasına dayanır. Böylece orantılılık ilkesinin ana işlevi, askeri gereklilik şartı ile insaniyet şartları arasında bir denge sağlamaktır. Bu denge testi, bir yandan belli bir eylem tarafından kazandıralacak direk ve somut askeri avantajı, diğer yandan bunun sivillere ve sivil nesnelere vereceği beklenen tali zararı hesaba katar. Böylece bazı eylemler askeri gereklilik ilkesi ile hukuka uygun görünse dahi, yine hukuka aykırı sayılacakdır. Çünkü kullanılan yöntem, hedeflenen askeri gaye ile orantısız zarar ve acıya yol açabilir.

Bu yüzden savaş yöntem ve araçlarındaki seçme hakkına getirilen sınırlamar bakımından, belli bir askeri avantajı sağlamak için kullanılacak yöntem ve araçlar, bu avantaja göre gerekli, yeterli ve orantılı olmalıdır. İster ayırım ilkesinin, isterse askeri gereklilik ilkesinin bir sonucu olarak değerlendirilsin, gereklilik ilkesi bir askeri saldırıyı meşru yaparken, buna karşılık insani ilke bu askeri müdahalelerden gerekli, yani "ilgili" ve "orantılı" olamayanı yasaklar. Buradaki "ilgi"den maksat, "uygunluk"tur. Bir başka deyimle, istenen askeri avantajın amaçlarına uygun saldırının kullanılmasıdır. Dolayısı ile, beklenen askeri avantaja kıyasla ortaya çıkan can ve mal kayıpları orantısız olmamalıdır.

Ayırım İlkesi

Ayırım ilkesine uyarınca, savaşan taraflar her zaman sivil halkı muhariplerden ayırmalıdır. Böylece savaşın araç ve yöntemlerinin uygulanması bakımından, silahlı çatışmalara taraf olan ve bu çatışmaların dışında kalan sivil kişiler ve bunların mal ve mülkleri arasında saldırının hedefi olmak bakımından farklılık gözetmek gerekir.

Bu ayırım, hayati ayırımdır. Çünkü siviller çarpışmalarda doğrudan yeralmadıkları için, düşmanın eline düştüğü zaman ve diğer bütün hallerde saldırılara karşı çatışmaların etkisinden korunmalıdılar. Ancak siviller eğer çatışmalara doğrudan katılmışlarsa o zaman bu korunmayı kaybederler. Ancak bu durum savaş alanı ve sivil yerleşim merkezlerinin çoğu kez örtüşmesi yüzünden, Uluslararası Kızıl Haç/Kızılay Komitesi "siviller" ve "çatışmalara doğrudan katılma" kavramını 2009 tarihli UİH'da Çatışmalara Doğrudan Katılma Nosyonu Hakkında Yorumlayıcı Klavuz açıklamıştır: Buna göre,

1. Siviller, devletin silahlı kuvvetlerine üye olmayan veya bir silahlı uyuşmazlığa taraf olan devlete ait düzenli silahlı gruplara üye olmayan bütün kişilerdir.

2. Doğrudan katılım ise, sivillerin çatışmalara taraf olanlardan birine destek sağlıyarak diğer tarafa doğrudan zarar veren eylemleri olarak tanımlanmıştır. Bu ya doğrudan ölüm, yaralanma veya yıkıma yol açan zarar, ya da düşmanın askeri operasyonlarına veya savaşma kapasitesine doğrudan zarar vermek şeklinde olur.

Ayırım ilkesinin bir sonucu olarak, siviller eğer çatışmalarda rol oynarlar ise, buna hakları olmadığı için, yakalandıklarında savaş esiri statüsüne hak kazanamazlar ve sırf çatışmalara katıldıkları için cezalandırılabilirler. Öte yandan, muharipler çatışmalara katıldıkları için cezalandırılamazlar ve savaş esiri olmak hakkına sahiptirler. Bu statunun getirdiği hukuki korumadan yararlanabilirler.

1 Nisan 2012 Pazar

INTERNATIONAL RELATIONS: International Law-II Midterm Tutorial

ERCİYES UNİVERSITY DEPARTMENT OF INTERNATIONAL RELATIONS

2011-2012 Academic Year INTERNATIONAL LAW-II Midterm Tutorial

1. Article 1 of the United Nations Treaty of 1967 on Principles Governing the Activities of States in the 
Exploration and Use of Outer Space, including the Moon and
 Other Celestial Bodies provides that

"The exploration and use of outer space, including the Moon and other celestial bodies, shall be carried out for the benefit and in the interests of all countries, ... and shall be the province of all mankind."

What does this provision say about the legal regime of outer space and how does it differ from the legal regime of airspace?

ANSWER PLAN: i. a res communis regime, ii. the concept of common heritage of mankind and its legal status with reference to other areas of international law, iii. its differences from the regime of airspace.

SUGGESTED SOLUTION:

i. International law applies between states. International spaces lie outside the sovereignty of any state and generally open for use by all states in common. These areas are the communal parts of the sea and of the air and the whole of outer space, which may be either subject to sovereign control between states or physically in no man's land.

The 1967 UN Treaty stipulates that outer space is not subject to national appropriation by claim of sovereignty.

Therefore, outer space is not open to acquisition by any state. States cannot claim sovereignty over outer space including the moon and other celestial bodies, as it is open for use by all states. Hence, it is claimed to be res communis and part of the common heritage of mankind. A res communis regime of common areas permits freedom of access, exploration and exploitation.

ii. Article 11 of the 1979 Agreement Governing the Activities of States on the Moon and Other Celestial Bodies provides that "The Moon and its natural resources are the common heritage of mankind."

The concept of common heritage of mankind means that the Moon and its natural resources cannot be acquired by state states claiming sovereignty over them, but must be conserved and exploited for the benefit of all, irrespective of their degree of economic or scientific development.

A common heritage regime is different from that of res communis in outer space in that the former involves

· the regulation of exploration and exploitation,

· the establishment of management mechanisms and

· the distribution of the benefits on the basis of equity (i.e. equitable sharing of benefits).

Other than the 1979 Moon Agreement, the concept of common heritage of mankind is included in the 1982 UN Convention on Law of the Sea (UNCLOS) for exploiting the resources of the sea-bed beyond national jurisdiction in the interest of all mankind. The common heritage concept has not found application beyond the 1982 UNCLOS and the 1979 Moon Treaty, although it is suggested that Antarctica is too constitutes common heritage of mankind. However, the Antarctic treaty system does not support this suggestion, because its primary concern is the preservation of the Antarctic ecosystem rather than equitable allocation of benefits from resource exploitation.

iii. The regime of outer space is fundamentally different from that of airspace in that whilst the former is res communis, states have complete and exclusive sovereignty over the airspace above their territory. For that reason, there is no freedom of overfight or transit passage through the airspace of a state. It is only by international agreements that any aircraft movement in territorial airspace is permitted. If no such permission is granted, an unlawful intrusion will attract interception including use of force in exceptional circumstances.

2. "Thus, in principle an act or omission which produces ... a breach of a legal obligation gives rise to responsibility in international law, whether the obligation rests on treaty, or some other basis. However, many rules prescribe the conduct required without being very explicit about the 'mental state', or degree advertence required from the state organs involved." Quoted from Ian Brownlie, Principles of Public International Law, 7th Ed. (New York: Oxford University Press, 2008) 436f.

Please discuss the mental basis of responsibility in terms of fault.

ANSWER PLAN: Theories of state responsibility: objective responsibility and subjective responsibility, dolus, culpa

SUGGESTED ANSWER:

The question relates to whether or not state responsibility for unlawful acts or omissions requires fault. There are two theories as to the basis of state responsibility.

i. Objective responsibility:

Once an unlawful act, which can be attributable to a state, has taken place, that state becomes liable for a breach of an international obligation irrespective of any fault of intention on its part. This is also called as the risk theory. Brownlie describes it as the doctrine of voluntary act that providing agency and causality connection are established, there is a breach of duty by result alone.

There may be certain defences available such as act of third party, but the burden of proof will be placed on the defence once the result of a breach of duty is established.

There seems a strong support in state practice and judicial decisions for strict liability of the kind.

The objective test of responsibility was adopted by the General Claims Commission between Mexico and the USA in the Neer Claim, by the British-American Arbitral Claims Tribunal in the Jassie Case and by the French-Mexican Claims Commission in the Clair Claim. In the latter case, the Claims Commission decided that a state was responsible for acts of its officials and organs even in the absence of any fault of its own.

ii. Subjective responsibility:

In this view, the responsibility of states is based on some element of fault in the form of intention to harm (dolus) or negligence (culpa). Culpa represents a range of blameworthiness based on fault. It covers any kind of conduct from negligence to recklessness.

A small number of cases can be cited to support the culpa doctrine. In the Home Missionary Society case between the USA and Britain, the Tribunal ruled that it is well-established principle of international law that no government can be held responsible ... where it is itself guilty of no breach of good faith or of no negligence in suppressing insurrection.

Another example to mention is the Corfu Channel Case where the ICJ assessed fault in the form of knowledge and stated that every state has a duty not to allow knowingly its territory to be used for acts contrary to the rights of other states.

iii. The Draft Articles on the Responsibility of States for Internationally Wrongful Acts, adopted by the UN International Law Commission in 2001 seem without a decisive position. Articles 1 and 2 do not entail any fault and thus leaning towards the objective theory. However, the ILC's commentary to the Draft Articles makes it clear that standards of state responsibility will depend on the content of each primary rule in a given context.

3. 'The use of force to rescue nationals in a foreign state without the consent of that state is uncommon and has been practised by only few states since the Second World War.' Quoted from Christine Gray, International Law and the Use of Force (Oxford: Oxford University Press, 2000) 108.

Please discuss the following two statements on the US intervention in Grenada in 1983.

'There is no getting around the fact that the United States and its Caribbean allies have committed an act of aggression against Grenada. They are in breach of international law and the Charter of the United Nations'. (Leading article, The London Times, October 26, 1983).

'I believe our Government has a responsibility to go to the aid of its citizens if their right to life and liberty is threatened. The nightmare of our hostages in Iran must never be repeated.' (President Reagan - Televised Address - October 28, 1983)

ANSWER PLAN: Prohibition on the use of force, the use of force to rescue own nationals in self-defence

SUGGESTED SOLUTION:

Article 2(4) of the United Nations Charter clearly stipulates that States

'shall refrain in their international relations from the threat or use of force against the territorial or political independence of any state, or in any manner inconsistent with the purposes of the United Nations.'

This provision is universally accepted as stating the customary rule of law which is applicable to all states, whether or not members of the United Nations.

This article refers to the use of force and not of war, and consequently all armed force is prohibited whether or not this constitutes war in the technical sense of that term. In addition, the threat or use of force is prohibited in any manner inconsistent with the purposes of the United Nations. These are stated in Article 1 of the Charter. Any use of force by a state outside its own borders is likely to be inconsistent with the maintenance of international peace and security or of promoting friendly relations among nations. Article 1 of the Charter also lists one of the purposes of the United Nations as the suppression of acts of aggression. Aggression is ex facie a violation of Article 2(4).

The Resolution on the Definition of Aggression, GA Resolution 3313 (XXIX), provides that aggression is the use of armed force by a state against the sovereignty, territorial integrity or political independence of another state, or in any manner inconsistent with the UN Charter. For example, this might take the form of an invasion, attack, blockade, bombardment or military occupation. No consideration of whatever nature, whether political, economic, military or otherwise, may be adduced to justify aggression. Therefore, prima facie, it would appear that by their invasion the United States and its Caribbean allies have committed an act of aggression against Grenada within the meaning of this Resolution. They have also used force against the territorial integrity and political independence of Grenada in direct contravention of Article 2(4) and customary international law.

Article 51 makes it clear that force may only be used in self-defence or under the authority of a competent organ of the United Nations. In order to legitimate the use of force, it must therefore be established that the United States was acting in self-defence when it invaded Grenada. This will depend on whether the protection of nationals can be described as action taken in self-defence.

In the past, the use of force to protect the lives and property of nationals was considered a legitimate exercise of the right of self-defence. In the Spanish Moroccan Claims Case (1925) 2 RIAA 616, Umpire Huber, the Rapporteur of the Commission stated:

'(I)t cannot be denied that at a certain point, the interests of a state in exercising protection over its nationals and their property can take precedence over territorial sovereignty, despite the absence of any conventional provisions. This right of intervention has been claimed by all states; only its limits are disputed.'

It is unclear whether the right to protect nationals has survived in contemporary international law. This depends on the interpretation given to Article 51 of the United Nations Charter. On the one hand, one view is to seek to derive from customary international a right of intervention to protect national. For that, claims have been made that Article 51 did not extinguish the previous customary international right of self-defence which persists and which now co-exists with the right of self-defence under Article 51. On the other hand, the better view, advanced by the UK in the Anglo-French invasion of Suez in 1956 is that the justification comes from Article 51 as a form of self-defence.

State practice appears to refute the possibility that the use of force to protect nationals and property is a manifestation of self-defence. For example, in 1956, the United Kingdom argued that the Anglo-French invasion of Suez was legitimate as a means of protecting nationals and property in a foreign state, which are threatened. This contention was rejected by the majority of the international community.

However, in the Security Council debate following the Entebbe Raid in 1976, it was effectively claimed that Israeli action in rescuing the hostages was an exercise of the well-established right to use limited force for the protection of one's nationals from the imminent threat of injury or death in situations where the state in whose territory they are located is either unwilling or unable to protect them. The right flowing from the right of self-defence is limited to such use of force as is necessary and appropriate to the protection of nationals from injury. However, the evaluation of the legality of the Israeli action depended heavily on the unusual circumstances of that specific case and these circumstances may not have been present in the Grenada case. In any event, the both instances were condemned by the international community.

The better view is that such intervention has no basis in modern international law, because as with Grenada, the instances in which states have purported to exercise it, and the terms in which it is delimited show that it provides infinite opportunities for abuse by allowing powerful states a legal pretext by which to intervene in the affairs of weaker states in the pursuit of national rather than international interests.

4. Since the first Hague Conference in 1899, there has been an evolution of various methods of dispute settlement. With reference to international instruments and jurisprudence give examples of the diplomatic methods of dispute settlement as contemplated by Art. 33 of the UN Charter.

ANSWER PLAN: Discuss the UN Charter provisions on dispute settlement and expand on the diplomatic methods of dispute settlement

SUGGESTED ANSWER:

Article 2(3) of the UN Charter states that 'all members shall settle their international disputes by peaceful means in such a manner that international peace and security and justice are not endangered'.

Article 33 of the UN Charter mandates that any parties to a dispute, the continuance of which is likely to endanger the maintenance of peace and security, shall first seek a solution by negotiation, enquiry, mediation, conciliation, arbitration, judicial settlement, resort to regional agencies or arrangements, or other peaceful means.

It is clear that the charter system contemplates a resort to peaceful mechanism prior to any use of force. In this answer you are required to review only diplomatic means of dispute settlement. In fact, most international disputes are settled through negotiation between parties, third-party assistance or court or arbitration procedures.

A dispute was defined by the Permanent Court of International Justice (PCIJ) in the Mavrommatis Palestine Concessions (Jurisdiction) case as 'a disagreement over a point of law or fact, a conflict of legal view or of interests between two persons'.

There is no hierarchy of methods and states have a free choice unless their choice is likely to endanger the maintenance of international peace and security, in which case, under Art. 37(1), they shall refer the matter to the Security Council.

Negotiation

The most common form of dispute settlement is by negotiation. It is probably the only universally accepted means of dispute settlement. In some cases, it constitutes the first step. Sometimes the treaties themselves specify a duty to negotiate as a prerequisite - see the North Sea Continental Shelf case. But negotiation is more than mere deliberation and thus may lead to resolution.

Shaw (2008) gives the example of Art. 282(1) of the United Nations Convention on the Law of the Sea which specifies that the first step in a dispute is to engage in negotiation. The negotiation must be genuine and must comply with rules of good faith and not be a mere formality.

Good offices and mediation

This method involves the use of a third party in the negotiation. This process is aimed at persuading the parties to a dispute to reach satisfactory terms for its settlement by themselves. Good offices can also be employed when a third party attempts to persuade one of the parties to enter into negotiations - for example, France encouraging the US-Vietnam talks. The impartiality of the third party is of essence. Confidence in its reliability is necessary for establishing contact between the parties. The main role of the third party is to provide a channel of communication. For instance, Norway in the Oslo Agreement between the PLO and Israel.

A mediator has an active and vital function seeking to persuade the disputing parties into accepting the mediator's own proposals. This can be the UN Secretary-General but often US presidents and their envoys will act - for example President Clinton's pivotal role in the Israeli-Palestinian dispute.

Inquiry

A commission of inquiry can be conducted by reputable observers to ascertain facts in contention in an international dispute. The 1899 Hague Conference first proposed this as an alternative to arbitration. An example is the Dogger Bank incident of 1904. In that case Russian naval ships had fired on British fishing boats thinking they were Japanese. This resulted in the 1907 Hague Conference support for international inquiries for settlement of disputes. This method has not been used very often, although it could be useful in settlement of disputes. However, many modern treaties provide for the establishment of permanent commissions of inquiry, fact finding or investigation.

Conciliation

This method involves a third-party investigation of the basis of dispute and the submission of a report containing suggestions for a settlement. This report does not constitute a binding decision, only a proposal for settlement. It was used most often between the two world wars. The rules of conciliation were set out in the 1928 General Act on the Pacific Settlement of International Disputes (revised in 1949). A panel of conciliation was composed of five persons, one from each side, the other three being neutral. Their investigation was to be concluded in six months and not to be held in public. This method is now proposed in a number of treaties - for example, the 1982 Convention of the Law of the Sea and the 1985 Vienna Convention the Protection of the Ozone Layer. This method was used in the Iceland-Norway continental shelf dispute. The panel proposed a new joint development zone.