İNÖNÜ HUKUK FAKÜLTESİ Uluslararası Kamu Hukuku – II
2013-2014 Akademik Yılı Bahar Yarıyıl Ara Sınavı
SORULAR:
1.
Uluslararası hukukta Devletin cezai yetkisinin dayandığı esaslar nelerdir, örnekler ile açıklayınız? (25p.)
a) Ülkesellik İlkesi:
Her devlet ülkesi içerisinde mutlak ve
münhasır egemenlik haklarına sahiptir. Bütün bağımsız egemen devletlerde bu
egemenlik hakkının en temel görünümü, ülke sınırları içerisinde işlenen suçlar
üzerinde yetki sahibi olmaktır. Böylece bir ülkede bulunan birey orada işlediği
suçtan ötürü, ülke devletinin kamu düzenini uygulama yetkisine tabi olacaktır. Devlet
ülkesinde işlenen bütün suçlar bakımından, faili yargılama ve cezalandırma
yetkisine sahiptir.
Burada suçun işlendiği yer esas alınır
ama devletin cezai yetkisi kendi ülkesi ile sınırlı değildir. Bu son durum
uygulamada ülkesellik ilkesinin iki şekil almasına neden olur: Eğer suç bir devletin ülkesinde işlenmeye
başlanmış ama bir başka devletin ülkesinde tamamlanmış ise,
è Objektif ülkesellik ilkesi: suçun nihayete erdiği veya
sonuçlarının doğduğu ülkenin devleti, cezai yetkisini objektif ülkesellik
ilkesine dayanarak kullanabilir.
èSubjektif
ülkesellik ilkesi: suç eyleminin başladığı ülkenin
devleti, cezai yetkisini subjektif ülkesellik ilkesine
dayanarak kullanabilir.
Örnek: Fransa ile Türkiye arasındaki 1927 Lotus-Bozkurt davasında UDAD,
denizde çatma sonucu Türk bandıralı gemide oluşan can kaybı ve maddi hasarı
uluslararası sularda meydana gelmesine rağmen, Fransız gemisi Lotus’un İstanbul
limanına demirleyerek Türk deniz ülkesine girmesinin, Türkiye’ye objektif
ülkesellik ilkesine dayanma hakkını verdiğini kabul etti.
b) Vatandaşlık ilkesi:
Devlet, nerede olursa olsun kendi
vatandaşı üzerinde ve nerede işlenirse işlensin vatandaşı tarafından işlenen
suçlar hakkında, kendi ceza kanunlarını uygulamak ve ihlali yüzünden yargılama
ve cezalandırma yetkisine sahiptir. Bu
vatandaşın tabiyetinde bulunduğu devlete karşı olan sadakat ilkesinin bir sonucudur.
Ancak vatandaşlık ilkesinin uygulanması,
birden fazla devletin paralel yetkilerinin doğması ve çatışmasına sebep
olabilir. Bu çifte vatandaşlık yüzünden olabileceği gibi, vatandaşlık ve
ülkesellik gibi bir başka prensibin aynı durumda uygulanabilir olmasından
kaynaklanabilir.
Tunus ve Fas’ta Vatandaşlık
Kararları davasında (1923) UDAD, vatandaşlık
meselelerinin bütünüyle devletin yetkisi içerisinde olmasını bir teamül kuralı
olarak görmüştür.
Yine 1930 tarihli Vatandaşlık
Kanunlarının İhtilafı Hakkındaki La Haye Sözleşmesi, her bir devletin kendi
kanunlarına göre kimin kendi tabiyetinde olduğunu tespit etmek keyfiyeti vardır
hükmünü içerir. Bütün bunlar, uluslararası hukukun devletin istediğine
vatandaşlık verebilmesi hakkına bir sınır getirmediğini gösterir.
Birden fazla devletin vatandaşlığına
sahip bireyin üzerinde ilgili devletlerin yetki çatışması olması halinde, Nottebohm davası (1955) kişi ile ona
vatandaşlık bahşeden devlet arasında gerçek (özgün) bir ilişki olması
gerektiğini söylemiştir. Bu gerçek vatandaşlık ilkesi iki esasa
dayanabilir: i) vatandaşlığın, vatandaş olan anne veya babadan geliyor olması (jus
sanguinis-nesep vatandaşlığı) ya da ii) vatandaşlığı kazandığı devletin
ülkesinde doğmuş olmak (jus soli-doğum yeri vatandaşlığı)
c) Koruma veya Güvenlik ilkesi:
Devlet, ülkesi dışında yabancılar
tarafından kendi ulusal güvenlik, ülkesel bütünlük veya hayati ekonomik
çıkarlarına karşı işlenmiş olan suçlar üzerinde cezai yetki iddia edebilir.
Ancak bu tür eylemler sadece siyasal meseleler, örneğin casusluk, darbe, kalpazanlık,
göçmenlik veya ekonomik suçlarla sınırlı değildir.
Bazı devletler koruma kavramına çok
geniş bir yorum getirerek, bu ilkeyi kötüye kullanmaktadırlar.
En önemli örnek, 1962 Eichmann
davasında İsrael’in soykırım iddiasıyla Arjantin vatandaşı olan eski Alman
naziyi kaçırmasıdır.
Yine Panama Devlet Başkanı
Noriega’yı ABD’nin bir darbe ile düşürdükten sonra uyuşturucu karteli suçları
için kaçırmasıdır.
Son senelerde, ABD bu ilkeyi çok geniş
yorumlayarak kendi ulusal ceza hukukunu yurtdışındaki yabancılara teşmil etmeye
başlamış ve göçmenlik, ispiyonaj, uyuşturucu ticareti ve terrörism suçlarının
yanısıra, Amerikan ticari menfaatlerine dokunan durumlarda da dış ilişkiler
politakasının dayanağı yapmıştır.
Örneğin Küba’ya karşı Küba ile
ticaret yapan bütün devlet, kişi ve şirketlere ABD tarafından uygulanan ikincil
boykotlar.
d) Pasif Kişisellik İlkesi:
Bu ilke ile, devlet cezai yetkisini,
mevcut veya potensiyel mağdurun vatandaşlığı esasına dayanarak iddia eder. Yani
devlet yabancılar tarafından ülke dışında yapılan eylemler hakkında, kendi
vatandaşını mağdur ettiği veya edebileceği düşüncesi ile, cazai yetki
iddiasında bulunur. Böylece devlet, kendi vatandaşlarına zarar veren ya da
verecek olan davranışlarından ötürü yurdışında bulunan yabancıları yargılamak
ve cezalandırmak yetkisine sahip olur.
Ancak 1935 Harvard Araştırmaları
Sözleşme Tasarısı, bu ilkenin teamül kuralı olarak haklı gösteren devlet
uygulamalarının bulunmadığını teyid etmiştir.
Nitekim buna ilişkin örnekler ABD
ve Meksika arasındaki Cutting davası ve yine Alvarez-Machain davası,
ve ABD ile İtalya arasında Achille Lauro meselesi nispeten sınırlı iken,
son yıllarda ABD uluslararası terrörism ile savaş kısvesi altında bu ilkeyi
yaygın bir şekilde kullanmaya başlamıştır.
e) Evrensellik ilkesi:
Diğer bütün ilkelerde, suçun işlendiği
yer, failin vatandaşlığı, mağdurun vatandaşlığı veya suçun ülke güvenliği ve
çıkarlarına zarar vermesi gibi yetki iddiasında bulunan devlet ile bir somut
bağ varken, evrensellik ilkesi bunlardan tamamen farklı bir esastan hareket
eder. Devlet, suçun faili kim olursa olsun, suç dünyanın neresinde işlenirse
işlensin, suçun mağduru kim olursa olsun, suçun niteliği dolayısı ile kendini
yargılamak ve cazalandırmak hususunda yetkili adleder. Bunun arkasındaki mantık
şudur: bazı suçlar öylesine ağırdır ki, uluslararası kamu düzenini ihlal eder
ve uluslararası toplumun tamamına karşı işlenmiştir. Insanlığa karşı işlenen bu
suçlardan ötürü uluslararası toplumun herbir üyesi mağdur olmak sıfatı ile,
toplum adına ve hesabına suçun faillerini yargılamak ve cezalandırmak yetkisine
sahiptir.
Evrensel yetkinin icra edilmesinde iki
türlü yaklaşım sözkonusu olabilir:
i) failin tutuklamayı yapan devletin
ülkesinde bulunması evrensel yetkinin kullanılmasına imkan tanır.
ii) suçlu kendi ülkesinde tutuklu olsun
olmasın devlet yinede evrensel yetkisini kullanır. Doğal olarak, son görüş
gıyabında yargılamayı gerektirir.
Buna iyi bir örnek, Şili eski
devlet başkanı Augusto Pinochet’in gıyabında İspanya’da başlatılan yargılama için,
İngiltere’den iadesinin istenmesi davasıdır.
Evrensel yetki, (a). bu yetkiyi iddia eden forum devletinin iç hukukundaki
ceza yasalarından kaynaklanabileceği gibi, (b). uluslararası anlaşmalardan da
doğabilir. Uçak kaçırma, işkence yasağı, soykırım suçu, denizde seyrüseferi
engellemeya karşı ve terörizmi önleme sözleşmeleri bu alanlarda taraf
devletlere evrensel yetki tanır. (c). Ancak uluslararası teamül hukuku,
korsanlık, kölelik ve köle ticareti, uçak kaçırma, soykırım suçu ve savaş
suçları gibi evrensel suçlar bakımından, uluslararası toplum üyesi devletlere
evrensel yetki tanımaktadır.
Tevkif
Müzekkeresi davasında, UAD bu suçların muhtemel jus cogens niteliğinden
bahsetmiştir. Ancak bu oldukça tartışmalı bir husustur.
2.
Devletin sorumluluğunun dayandığı teorik
esaslar nelerdir? (20p.)
Sorumluluğun işleyişinin dayandığı teorik esasları
açıklayan iki temel teori vardır:
1. Objektif sorumluluk teorisi:
Tehlike sorumluluğudur. Objektif sorumluluk netice
itibarıyla sorumluluktur. Bir uluslararası yükümlülüğü ihlal eden hukuka aykırı fiil, ilgili
devlet bakımından herhangi bir niyet veya kusur aranmaksızın, bir kez
ortaya çıktığı zaman devletin sorumluluğu doğar.
Fransa ile Meksika arasındaki 1929 Claire
Davasında Franko-Meksika Talepler Komisyonu, devletin objektif sorumluluğu
doktrinini “kendi memurları veya organlarının işledikleri eylemlerden ötürü,
kendileri bakımından bir kusurun yokluğuna rağmen, sorumlu tutulmaları” olarak
tanımlamıştır.
2. Sübjektif Sorumluluk teorisi:
Kusur sorumluluğudur. Grotius görüşü olan culpa
veya dolus malus bütün durumlarda bu tür sorumluluğun esasını oluşturur.
Dolus malus, aldatma niyeti iken, culpa kusura dayalı sorumluluk türlerini
kapsar. Kusur, ihmalden dikkatsizliğe kadar her türlü davranıştan
doğabilir. Böylece, sübjektif sorumluluk esası, devlet veya onun
memurlarının uluslararası sorumluluğunun belirlenmesindeki kusur veya
ihmallerinin bulunması şartını ifade eder.
İngiltere ile ABD arasındaki 1920 Home
Missionary Society Talepleri Davasında Hakemlik Mahkemesi, hiç bir
hükümetin, iyi niyetin ihlalinden suçlu olmadığı veya isyanı bastırmada ihmali
bulunmadığı hallerde, otoritesinin ihlali suretiyle bir grup isyancı adamın
eylemlerinden ötürü sorumlu tutulamayacağı uluslararası hukukun en iyi
yerleşmiş bir prensibidir, demiştir. [kusur için è Yunanistan ile İngiltere arasındaki 1956 Limehouses
(Denizfeneri) Tahkimi // bilmek şeklinde kusur için è 1949 Korfu Kanalı Davasında]
w Öte
yandan, devletin kusursuz sorumsuzluğu hem devletlerin uygulamasında, hem de
UDAD ve UAD ile hakemlik mahkemelerinin içtihatlarında hakim görüştür.
w 2001
ARSIWA sanki devletlerin sorumluluğunu düzenleyen ikincil kuralların objektif
formülünü içeriyor görünümünü vermektedir. Kusura dayalı sorumluluk esasından
uzaklaşmanın bir nedeni, kusuru ihdas edecek yeterli bir usuli mekanizmanın
eksikliğidir. En azından ihmal durumunda olmasa da, netice itibarıyla
sorumluluğun haksız fiiller için kabul
edilen bir sorumluluk rejimi olduğu görülmektedir.
3.
Uluslararası hukukta Yabancı vatandaşın tabi olacağı muamelenin standartlarına ilişkin görüşler nelerdir? (20p)
è Tarihsel olarak, Batılı emperyalist
devletler yabancı vatandaşın korunması için uluslararası asgari bir standartın
bulunduğu öne sürmüşlerdir. Her devletin, ülkesindeki kendi vatandaşlarına
nasıl muamele ederse etsin, bu minimum standarta uyması gerektiğini
savunmuşlardır. Çünkü bu Batılı gelişmiş devletler yurtdışındaki yatırım ve
vatandaşlarının korunmasını, ve bunların malvarlıklarının güvencede olmasını
kendi menfaatlerinin bir gereği olarak görmüşlerdir. Böylece bir devlet iç
hukuku ile kendi vatandaşlarının tabi olacağı muameleyi daha düşük seviyede
öngörse bile, ülkesinde bulunan yabancılara uluslararası asgari standartları
uygulamak yükümlüdür.
è Buna karşılık, gelişmekte olan devletler
ile sosyalist devletler, uluslararası hukuk tarafından kapitalist devletler
lehine yaratılan bir imtiyaz olarak gördükleri uluslararası asgari standartın
yerine, ulusal standartların uygulanmasını istemişlerdir. Buna göre,
yabancı vatandaş sadece ilgili devletin kendi vatandaşı ile aynı şekilde ve
eşit şartlarda muamele görme hakkına sahiptir. Böylece ulusal standart, kendi
vatandaşı ile yabancı vatandaş arasında ayırımcılık yapılmasını önlemekten başka
bir şey değildir.
è Latin Amerikan devletleri, batılı
emperyalist devletlerin uluslararası asgari standart kavramını kendilerinin
içişlerine karışma aracı olarak öne sürdüğünü düşünerek, Calvo doktrinini
kabul etmişlerdir. Calvo dokrini üç unsuru içerir: i) içişlerine müdahale
etmemek ilkesi; ii) yabancılara tanınacak haklar ancak kendi vatandaşına
verilen haklar kadardır; iii) yabancı vatandaşın iddia ve talepleri sadece iç
hukukta karşılanır.
è Bu görüş ayrılıklarına karşı, 1956
yılında (Uluslararası Hukuk Komisyonu raportörü Garcia-Amador tarafından)
yabancıların korunması meselesinin genel olarak uluslararası insan hakları
hukuku prensipleri asgari standart kabul edilerek aşılması istenmiştir.
è Uluslararası hukukta durum: 19. yy sonu ve 20. yy başındaki davalar uluslararası standartlara
atıfta bulunmaktadır. Örneğin Neer
davası, Garcia davası, Roberts iddiası, Polonya’nın Yukarı Silesia ’ında
Bazı Alman Menfaatleri davası gibi.
è Bazı devletler ise, kendi vatandaşları
için yabancı devletin ülkesinde bir takım bağışıklıklar ve ayrıcalıkları
andlaşmalar yolu ile temin etmişlerdir. Örneğin, Çin, İran, Mısır ve Türkiye
(kapütilasyonlar) gibi. Öte yandan, Latin Amerika’da yapılan Devletlerin Hak
ve Yükümlülüklerine İlişkin 1933 Montevideo
Sözleşmesine göre (9. Md), yabancılara ülke vatandaşlarının sahip
olduğundan başka veya fazla haklar verilemez.
è Nitekim 1982 TC Anayasası da aynı görüşü benimser. Bu görüşlere karşılık,
son yıllarda uluslararası insan hakları hukukundaki gelişmeler ile, ortaya
çıkan prensipler, devletlerin yabancı vatandaşlara karşı yapacağı muamelenin en
azından bazı medeni ve siyasal haklar hususunda asgari uluslararası
standartları oluşturduğu kabul
edilmektedir.
OLAY
Ukrayna'da
ortaya çıkan iç karışıklar ve ayaklanmalar sırasında eski Sovyet devrinden
kalma askeri mühimmat deposundan bir nükleer başlığın kaybolması, Amerika
Birleşik Devletleri ve batılı müttefikleriyle İsrail'i alarma geçirmiştir. Aşağıdaki
olasılıkların uluslararası hukuk boyutlarını tartışınız.
4.
Amerika Birleşik Devletleri, CIA'nin istihbarat raporlarına dayanarak, nükleer
başlığın Yemen'de üstlenen bir cihadist terör grubunun eline geçtiği iddiası
ile, bu gruba karşı Yemen'de önsel, önleyici (pre-emptive) meşru müdafaa hakkını
kullanmak istemektedir. (35p)
Burada söz konusu olan, bir cihadist terör
grubunun toplu imha silahını edindiği şüphesi
ve bu silahı ABD’ne karşı kullanacağı inancıdır.
Soru 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de meydana gelen terör saldırısından sonra,
meşru müdafaa hukukunda köklü bir değişiklik olup olmadığına ilişkindir.
2002
tarihli ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi,
'Bush Doktrini' olarak bilinen, pre-emptive meşru müdafaa doktrini ile terörizme karşı savaş ilan etmiştir.
Bununla ABD, teröristlere karşı, Amerika ülkesi ve halkına bir zarar
vermelerini engellemek için, meşru müdafaa hakkını kullanarak ilk darbeyi
vurabilecektir. Amerika’nın ‘serseri’ veya ‘haydut’ olarak tanımladığı bazı
devletlerin sahip olduğu toplu imha silahlarının teröristlerin eline geçmesini
ABD güvenliği için, büyük bir tehlike oluşturduğu kabul edilir. Böylece,
herhangi bir saldırının henüz vuku bulmadığı ve hatta bir saldırının yakın
gelecekte olmasının öngörülemediği durumda olur. Ama eğer tedbir alınmazsa
gelecekte bir noktada vuku bulması muhtemel bir saldırıya karşı, bir müdafaa
içerisinde ilk önleyici darbeyi vurarak, yakın olmayan gelecekteki olası
saldırının önüne geçmek hukuken meşrudur. Bu durum bir takım varsayımları
gerektirir: terörist ile toplu imha silahı arasında pozitif bağlantı // bu
bağlantının yarattığı tehlike ve // tehlikenin tehdit olarak algılanmasında
gelecekteki saldırının aciliyetinin gerekmediğidir.
Amerikan
iddiaları içerisinde önsel, önleyici ve ilk darbe terimleri birbirine karıştığı
için, önemli olan ayırım: 'acil olmayan
ama gelecekte bir noktada olması öngörülen bir saldırıyı önlemek için ilk
darbeyi vurmak meşru müdafaadır' fikridir. Önsel, önleyici pre-emptive saldırıyı, beklentisel önleyici anticipatory saldırıdan ayıran temporal
boyutudur. Tehdit, Tehlike görünümündedir.
O
halde uluslararası hukukta ABD’nin elinde nükleer başlık olduğu şüphesiyle
cihadist terör grubuna Yemen’de müdafaa halinde ilk saldırı yapması meşru
mudur?
11 Eylül saldırısından önce terörist saldırılara karşı kuvvet kullanmayı meşru müdafaaya dayanarak
haklı göstermeye çalışan örnekler çok sınırlıdır:
İsrail, Atina hava alanında uçağına yapılan terörist saldırıya karşı Aralık
1968’de Lübnan’ın Beyrut hava alanına saldırdı. BM Güvenlik Konseyi kınadı.
İsrail, 1985’de Tunus’daki Filistin Kurtuluş Örgütü Genel Merkezine saldırdı.
BM Güvenlik Konseyi kararı bunu meşru saymadı.
ABD, Berlin’de askerlerine yapılan saldırı üzerine 1986’da Libya’yı bombaladı.
Güvenlik konseyi ABD+İngiltere+Fransa vetosu yüzünden karar alamadı. Ama diğer
devletler tarafından kınandı.
ABD, eski başkan Bush’a karşı suikast girişiminde bulunduğu iddiasıyla 1993’de
Bağdat’ta Irak İstihbarat Örgütünün merkezini bombaladı. Bu saldırı ciddi
eleştiri almadı.
ABD, Tanzanya ve Kenya’daki büyükelçiliklerinin bombalanmasına karşı,
Afganistan ve Sudan’ı 1998’de vurdu. Tepki almadı.
Bu örneklerin çoğunda, ABD ve İsrail
saldırılarının önsel ve önleyici olduğunu ve gelecekteki terör eylemlerini caydırıcı
nitelikte olduğunu beyan ettiler. Ama diğer bütün devletler bu saldırıları
kuvvet kullanmayı içeren misilleme olarak uluslararası hukuka aykırı gördüler.
11 Eylül saldırısından sonra terörist saldırılara karşı kuvvet kullanmayı meşru müdafaaya dayanarak
haklı göstermek, BM Güvenlik Konseyinin
1368 (12 Eylül 2001) ve 1373 (28 Eylül 2001) kararlarında terörizmi
uluslararası barış ve güvenliğe karşı bir tehdit olarak görmesi ile
tartışılan bir mesele olmuştur. Ancak daha sonraki terör olayları hakkında
aldığı kararlar, “teröre karşı küresel savaş”ın barışçı yollarla yapılmasına
ilişkindir ve hiç bir şekilde 7. Bölüme atıf yapmamıştır. Diğer devletlerin
uygulamaları bakımından terör tehlikesine karşı önsel silahlı kuvvet
kullanılmasına yönelik bir eğilim gözlenmemiştir. Bush doktrinin BM Şartının
51. Maddesi uyarınca meşru bir müdafaa sayılması mümkün değildir. Nitekim bkz.
Kongo Ülkesindeki Silahlı Eylemler (2005).
5.
İsrail istihbarat servisi Mossad, nükleer başlığın Özgür Suriye Ordusu
içerisindeki Al Qaeda uzantısı bir grubun eline geçtiğini ve Suriye'deki
kargaşada edinilen bir orta menzilli yerden havaya füze ile İsrail'e atılmak
üzere olduğunu tespit etmiştir. İsrail Suriye'de belirlediği Al Qaeda
hedeflerine beklentisel, ileriye yönelik bir tehdite karşı (anticipatory) meşru
müdafaa durumunda silahlı saldırı düzenleyerek nükleer başlığı imha etmek
istemektedir. (35p)
Bu
durumda nükleer başlığın Özgür Suriye Ordusunun içerisinde Al Qaeda uzantısı
bir grubun elinde bulunduğu ve İsrail’e atılmak üzere olduğu iddiası vardır. O
halde İsrail, Özgür Suriye Ordusunun henüz vuku bulmamış ama yakın gelecekte
olmasını kesin algısı ile beklediği bir saldırı tehdidine karşı beklentisel,
ileriye yönelik anticipatory meşru
müdafaa halinde silahlı kuvvet kullanmak istemektedir. Burada acil bir terör saldırısı tehdidi
ayırıcı unsurdur.
Saldırının
henüz vuku bulmadığı ama acil bir tehdit olarak algılandığı bir durumda, İsrail
BM Şartının 51. Maddesine dayanarak meşru müdafaa halinde nükleer başlığı imha
ederek saldırı tehdidini def'etmek için önleyici saldırıda bulunabilir mi?
Bu durum uluslararası hukukta oldukça
tartışmalıdır:
è Bir görüş, uluslararası hukukta bu durumu
kapsayan bir teamüli meşru müdafaa hakkının bulunduğunu ve Şartın 51.
Maddesinin bu temüli meşru müdafaayı içerecek bir şekilde geniş ve gevşek yorumlanması
gerektiğini iddia eder. O halde burada ikili bir test uygulanmalıdır:
>
İlk olarak, BM Şartının kabul
edilmesinden önce uluslararası teamül hukukunda meşru müdafaa vardı. Teamüli
meşru müdafaanın unsurları, 1837 Caroline Davasında ortaya konan, (i) aciliyet,
(ii) zaruret veya gereklilik ve (ii) orantılılıktır. Bu şekilde İsrail,
yakın zamanda olması kesin bir algı ile beklenen ama henüz vuku bulmamış olan
bir terör saldırısı tehdidinin aciliyet ve zaruret şartlarını yerine
getirdiğini kanıtlayıp, kendi önsel, önleyici saldırısının bu tehdide orantılı
olmasını sağlamalıdır.
>
Ancak halen bir ikinci tartışma, kuvvet kullanma
yasağının tek istisnası olan 51. Madde hükmü içerisinde teamüli meşru
müdafaanın korunup korunmadığı meselesidir. 51. Maddeyi genişleterek
yorumlayanlar, bu maddeyi yazanların niyetinin Caroline doktinini kısıtlamak
olmadığını savunurlar. Bu doktrin yakın gelecekte ve olması kesin beklenen bir
saldırı tehdidi bulunduğu durumlarda, meşru müdafaa hakkının bulunduğu ve bu
teamüli meşru müdafaanın 51. Madde içinde bir doğal hak olarak korunarak devam
ettiği öngörür. Nitekim 1986 Nikaragua davasında devletlerin 51. Maddenin meşru
müdafaaya doğal bir hakkı olduğu ve bunun teamül niteliği bulunduğunu
söylemiştir.
è Bu karşılık doktrinde hakim olan diğer bir
görüşe göre, 51. Maddenin hükmü açıktır: sadece bir silahlı saldırının vuku
bulması halinde meşru müdafaa hakkı doğar. Bu hak Şartın 2(4). Maddesindeki
kuvvet kullanma yasağının bir istisnasıdır ve dar yorumlanmalıdır. 51. Maddede
meşru müdafaa hakkına konulan sınırlamaların, eğer teamüli meşru müdafaa bu
sınırlamalardan muaf şekilde devam edecek olsaydı, o zaman bir anlamı kalmazdı.
Zaten Şartın yapıldığı tarihte teamül hukukunda meşru müdafaa dar bir şekilde
yorumlandığı için Şartta böyle düzenlendi.
Görüldüğü gibi, tartışmalar uluslararası
teamül hukukunun tespiti ve BM Şartının yorumlanmasına indirgenmektedir.
Özellikle doğal meşru müdafaa kavramının sabit mi, dinamik bir kavram mı olduğu
meselesi tartışmalıdır.
Devletlerin uygulamaları bakımından
gerçek örnekler oldukça sınırlıdır. Sadece ABD, İsrail ve İngiltere bu doktrine
dayanarak eylem yapmışlardır. Örnek İsrail’in 1981’de Iraq nükleer
reaktörünü bombalaması ve ABD’nin İran yolcu uçağını 1988’de körfezde
düşürmesi. Ancak çok sayıda devlet beklentisel, ileriye yönelik (anticipatory)
meşru müdafaayı reddetmiştir. UAD ne Nikaragua ne de Kongo davalarında bu
hususta bir yorum getirmeye yanaşmamıştır. 118 Bağlantısız devletler grubu 2005
Dünya Zirvesinde bu tür (anticipatory) meşru müdafaaya karşı oldukları için,
sonuç belgesi bu meseleyi içermemiştir. Pek çok sayıda devlete göre, 51.
Maddenin lafzi düzenlemesi hiç bir önsel, beklentisel veya önleyici müdafaa saldırısını
meşru kılmaz.
6. Türk
istihbarat servisi MİT, nükleer başlığın Suriye tarafından Türkiye'nin
içerisine atıldığı ama çok eski ve paslı olduğu için patlamadığını ve buna
rağmen düştüğü evin enkazında dört kişilik bir masum ailenin ölmesine neden olduğunu
bildirmiştir. Türkiye, vuku bulan bu olaya karşı Suriye'ye karşı meşru müdafaa
halinde silahlı saldırı düzenleyerek,
(i)
Suriye'yi işgal etmek ve
(ii)
Bashar al-Assad rejimini devirmek istemektedir.
Burada
Türkiye’ye karşı bir saldırı eylemi vuku bulmuş ve ‘can ve mal kaybına’ neden
olmuştur. Saldırının Suriye tarafından yapıldığı iddia edilmektedir. BM
Şartının 51. Maddesi altında, Türkiye böyle haksız bir saldırıyı def’etmek
üzere meşru müdafaa içerisinde uygun olan karşı tedbirleri almaya hakkına
sahiptir. Ancak teamüli meşru müdafaaya uygulanan unsurların, 51. Madde
içerisinde bulunduğu ve alınacak karşı tedbirlerin meşruiyetinin şartlarını
teşkil ettiği kabul edilir. Bunlar (i) aciliyet, (ii) zaruret (gereklilik) ve
(iii) orantılılıktır. Dolayısıyla
Türkiye, bu şartlara tabi olarak, meşru müdafaa halinde Suriye’ye karşı silahlı
kuvvet kullanabilir.
è Suriye’yi
işgal amacı: Hukuka aykırı saldırıya karşı alınacak
silahlı tedbir savunma amaçlı olmalıdır. Bu ise, haksız saldırı karşı makul
oranda bir müdafaa eylemi kullanılmasını gerektirir. Olayımızda patlamayan bir
nükleer başlığın Türkiye’ye verdiği zarar ve zahiyat ile, Türkiye’nin meşru
müdafaa içerisinde Suriye’nin ülke bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığına karşı bir
silahlı saldırı düzenleyerek işgal etmesi arasında orantılılık yoktur. 51.
Madde orantılılık ilkesine açık atıfta bulunmamıştır ama bir meşruiyet unsuru
olduğu teamül hukukunda tanınmıştır. UAD 1986 Nikaragua Davası kararı. O halde Türkiye'nin Suriye'yi işgal etmesi meşru
müdafaanın amacını aşar ve saldırı suçu haline gelebilir.
è Al
Assad rejimini değiştirmek amacı: Bağımsız devletler
egemen eşittir. Müdahale etmemek prensibi uluslararası teamül hukukunun en
temel ilkesidir ve devletlerin ülkesel egemenliği prensibine dayanır. Her
devlet, egemenliğinden kaynaklanan bütün meselelerde serbest davranmak hakkına
sahiptir. Bu meseleler siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel meseleler ile dış
politikasını belirlemeyi içerir (1986 Nikaragua Davası). Hiçbir devlet bir
başka devletin iç işlerinde bu tür meselelerine karışamaz. Bir devletin
egemenlik yetkileri içerisinde bulunan bu hususlara bir başka devletin kuvvet
veya silahlı zorlama yolu ile müdahale etmesi uluslararası hukuka aykırıdır ve
uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanma yasağının ihlalidir (2(4). Madde).
Dolayısı ile, rejim değişikliği
uluslararası hukuka aykırıdır. Türkiye'nin,
Al Assad rejimini dışardan kuvvet kullanılarak veya tehdidi ile değiştirmeye
yönelik hiç bir eylemi meşru müdafaa altında haklı gösterilemez ve saldırı
suçunu teşkil edebilir. Örnekler ABD, İngiltere ve müttefiklerinin
Afganistan, Irak ve Libya’ya saldırısı
Hocam soz konusu sinavda sayfa sinirlamasi oldugunu ve bunun uc sayfadan ibaret oldugunu dikkate alirsak, cevaplar cok daha fazla ayrintili degil mi?
YanıtlaSil