T.C. Erciyes
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Milletlerarası Kamu Hukuku
2012-2013
Akademik Yılı GÜZ Yarıyılı Bütünleme Sınavı Cevap Anahtarı 28 Ocak 2013 saat
11:00-12:40
1. (a) Uluslararası hukukun biçimsel (şekli) ve maddi
kaynakları nelerdir, örneklerle tanımlayınız. (5)
İç hukuklara yapılan gönderme ile, uluslararası
hukukun kaynakları biçimsel ve maddi kaynaklar olarak ayrılır.
Biçimsel
(şekli) kaynaklar muhatabını hukuken bağlayan genel uygulama kurallarının yaratılmasınına
yönelik usul ve yöntemlerdir.
Maddi kaynaklar ise, genel uygulama
kurallarının kanıtlanmasında, hukuken bağlayıcı statüye sahip olan bu
kuralların varlığına delil teşkil eder.
Böylece, biçimsel
kaynaklar kural oluşumunda anayasal mekanizmaya; maddi kaynaklar ise, hukukun muhtelif kurallarının yer aldığı
statüler ve içtihatlardır.
Tıpkı usül ve esas arasındaki fark gibi, biçimsel kaynaklar hukuku tanımlayan
kurucu veya usuli mekanizmalardır; maddi
kaynaklar belli bir hukuk kuralının içeriği ve esasına işaret eden
kaynaklardır.
Biçimsel
kaynaklar
kurucu süreç ve yöntemler ile hukuk sistemine tabi olan bütün taraflara
uygulanabilebilecek bağlayıcı hukuk kurallarını yaratma gücü ve otoritesini
veren kaynaklardır.
Maddi kaynaklar ise, hususi bir uyuşmazlığa
uygulanan özel nitelikteki hukuk kurallarının varlığını kanıtlayan
kaynaklardır.
Uluslararası hukukun geleneksel kaynaklarının
Uluslararası Adalet Divanı Statüsünün 38. Maddesinde ifade edilen, uluslararası
sözleşmeler (andlaşmalar), uluslararası teamül (örf ve adet), hukukun genel
prensipleri, yargısal kararlar ve öğreti (doktrin) oluştuğu kabul edilir.
Örneğin andlaşmalar, teamül hukuku ve hukukun genel prensipleri biçimsel kaynaklar olarak gösterilir,
çünkü bir uluslararası hukuk kuralı gücünü ve geçerliliğini bu kaynaklardan
alır. Yargısal içtihatlar ve öğreti maddi
kaynaklardandır, çünkü kuralın gerçek içeriğini tespit etmeye yardımcı
olur. Bunlar hukuk yaratmaz ama hukukun maddi içeriğinin belirlenmesinde delil
teşkil eder.
Bir kural, eğer uluslararası hukukun biçimsel
kaynağı olan teamülün şartlarını taşıyorsa, hukuken bağlayıcı olacaktır. Bu
kuralın içeriği ise, teamülün maddi kaynağı olan devletlerin uygulaması ile
belirlenir.
(b) Uluslararası
teamülün objektif ve sübjektif unsurları nelerdir, örneklerle
tanımlayınız. (5)
Teamül (örf ve adet) uluslararası hukukun
kaynaklarından biridir.
Uluslararası Adalet Divanı (UAD) Statüsünün 38(1)(b).
maddesi, ‘İşlevi kendisine sunulan uyuşmazlık hakkında uluslararası hukuka
uygun olarak karar vermek olan Divan, uluslararası
teamülü hukuk olarak kabul edilen bir genel uygulamanın delili olarak
uygulayacaktır’, şeklinde tanımlanmıştır.
Uluslararası teamülün tanımında iki unsur vardır:
i.
genel
uygulama ve
ii.
hukuk
olarak kabul edilen bir
uygulama.
Bunların ilki ‘devletlerin uygulaması’dır;
ikincisi ise, ‘opinio juris sive necessitatis’dir.
Buna uluslararası teamül hukukunun tanımındaki objektif unsur veya maddi unsur denir ve ‘hukuk olarak
kabul edilen’ ifadesindeki sübjektif
unsur veya manevi unsurdan
farklıdır.
Teamülün
maddi unsurunu teşkil eden devletlerin
uygulaması, bir andlaşma veya sözleşme şeklinde tedvin edilmemiş olan
uluslararası hukukta bir hukuk kuralının veya prensibinin dayanağını teşkil
eder.
Bir devletin belli bir meselede nasıl davrandığı
diğer devletlerin benzeri bir meseledeki davranış tarzı ile uyum içerisinde ise
ve bu şekilde davranmak hususunda bir hukuki zorunluluk hissettikleri için (opinio juris) böyle bir uygulama
içerisine girmişler ise, bu durum bir hukuk kuralının ortaya çıkmasına yol
açabilir. (1969 Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Davaları, 1927 Lotus-Bozkurt
Davası, 1986 Nicaragua Davası)
Devletlerin uygulamasının maddi (objektif) unsurları:
i.
uygulamanın süresi,
1969 Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Davaları
ii.
uygulamanın genelliği ve
1951 Anglo-Norveç balıkçılık Davası, 1969
Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Davaları
iii.
uygulamanın tutarlığı ve yeknesaklığı
(uyumluluğu) dur.
1950 Sığınma Davası, 1986 Nicaragua Davası
2. (a) 1969 tarihli
Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesinin 26. Maddesi: “Yürürlükteki her
andlaşma kendisine taraf olanlar bakımından bağlayıcıdır ve bunlar tarafından
iyi niyet ile icra edilmelidir.” Andlaşmalar hukukunun temel
prensiplerinden, i. ahde vefa,
ii. iyi niyet ve iii. irade serbestliği
prensiplerini örneklerle tanımlayınız. (5)
1969 Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesinin
giriş kısmında 3. Paragrafında Andlaşmalara Hukukunun temel prensipleri
sayılmıştır.
i. Ahde vefa
prensibi:
Pacta sund servanda prensibidir ve 1969 VAHS’nin
26. Maddesinde ifade edilmiştir: Yürülükte olan her andlaşma taraflarını hukuken
bağlar. Andlaşmaların iyi niyetle uygulanması gereği ile ahde vefa ve iyi niyet
ilkeleri birbirine bağlanmıştır. 1997 Gapcikovo-Nagymaros Projesi Davasında,
UAD 26. Maddenin eşit öneme sahip bu iki unsuru birleştirdiğini söylemiştir.
Dolayısı ile ahde vefa prensibinin ihlal edildiği her durumda, iyi niyet
prensibi de ihlal edilmiş olur. Eğer bir devlet taraf olduğu andlaşmadan
kaynaklanan borçlarını yerine getirmez ise, bu iki prensibi bir arada ihlal
etmiş olur. Ancak ahde vefa prensibi sadece yürürlükte olan andlaşmalara
uygulanır; yoksa geçersiz, ertelenmiş veya sona ermiş andlaşmalara uygulanmaz.
ii. İyi niyet
prensibi:
Hukukun genel prensibidir. 1969 Nükleer Denemeler
Davasında UAD iyi niyet prensibinin, kökü nereden gelirse gelsin, hukuki
yükümlülüklerin yaratılması ve ifa edilmesini sağlayan en temel prensip
olduğunu ifade etmiştir. Buna göre, uluslararası hukuka taraf olanların
kendilerine yüklenen yükümlülükleri yerine getirmeleri gerekir. Yükümlülüğün
kaynağı hukuki bağlayıcılığını etkilemez; iyi niyetle ifa edilmelidir.
Andlaşmalar hukukunda ahde vefa illesinden farkı, ilki sadece yürülükteki
andlaşmalara uygulanırken, iyi niyet prensibi bütün durumlarda gözetilmelidir.
İyi niyet prensibi andlaşmanın tüm yaşam döngüsü boyunca her aşamada uygulanır.
iii. İrade
serbestliği (serbest rıza) prensibi:
İrade serbestliği prensibi devletin rıza
göstermediği bir andlaşma ile bağlanamayacağı anlamına gelir. Ancak bu kuralın
istisnaları vardır: örneğin andlaşmaların üçüncü devletler bakımından etkisi
veya çok taraflı andlaşmalara konulan çekinceler gibi.
(b) 1969 tarihli
Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesinin 31. Maddesi: “Bir andlaşma,
hükümlerine andlaşmanın bütünü içinde ve konu ve amacının ışığında verilecek
sıradan anlama uygun şekilde iyi niyetle yorumlanır.” Uluslararası
andlaşmaların yorumlanması usulüne ilişkin üç ilke nedir, tanımlayınız. (5)
Andlaşmaların yorumlanmasına ilişkin üç düşünce
okulu vardır:
1. Tarihsel okul: tarafların niyetleri üzerinde yoğunlaşır.
2. Metin okulu: kullanılan kelimelerin doğal ve olağan anlamları üzerinde yoğunlaşır.
3. Teleolojik okul: andlaşmanın genel konu ve amacını dikkate alır.
Böylece üç usül ortaya çıkar:
1. Sübjektif görüş: andlaşmayı yorumlamanın temel ve yegane amacı, ona taraf olanların
andlaşma yapılırken niyetini belirlemek ve öngörülen yükümlülüklere olan
etkisini ortaya çıkarmaktır.
2. Objektif görüş: yorumda şu varsayıma dayanır: tarafların niyeti kendi belirledikleri
metinde yansıtılmıştır. O halde, yorumun amacı bu metnin anlamını açığa
çıkartmaktır. Bunu ise, metinsel sözcüklere sıradan anlamlar yükleyerek,
sınırlı bir inceleme ile fazladan olağanüstü metinsel unsur atfetmeden
yorumlamak süretiyle yaparlar.
3. Teleolojik yönteme göre, ilk önce andlaşmanın konu ve amacı belirlenmelidir.
Ve kullanılan terimler andlaşmanın konu ve amacına etki kazandıracak bir
şekilde bir yoruma tabi tutulmalıdır.
(c) Andlaşmaya taraf olanlardan birinin
andlaşmayı sona erdirebileceği (veya erteleyebileceği) haller nelerdir,
açıklayınız. (5)
1. Bir
tarafın andlaşmanın maddi ihlaline neden olduğu halde:
Bir tarafın andlaşmanın maddi ihlaline yol
açması, diğer tarafa buna dayanarak andlaşmayı sona erdirme veya erteleme
hakkını verir. 1969 VAHS 60(1). Md.
İki taraflı andlaşmaları asli maddi ihlali buna
neden olan devletin uluslararası sorumluluğunu gerektirir. Diğer tarafın
andlaşmayı sona erdirme veya erteleme hakkı andlaşmaya uyumu sağlayan ana
yaptırım olarak kabul edilir.
Çok taraflı andlaşmalarda ise, asli maddi ihlal
iki görünüm arz eder.
a. andlaşmaya taraf olan
devletlere grup olarak tanınan toplu hak şeklinde
b. taraf devletlerin bireysel
hakkı şeklinde
1969 VAHS 60(2). Md: andlaşmanın sona
erdirilmesi veya tamamen ya da kısmen askıya alınması i. diğer taraf
devletlerin oybirliği ile ya kusurlu devlet ile ya da bütün taraflar arasında; ii.
ihlalden özellikle etkilenen ile kusurlu devlet arasında ; iii. her hangi bir
devlet ve kusurlu devlet arasında olabilir.
1969 VAHS 60(3). Md: göre asli maddi ihlal,
‘andlaşmanın müsaade edilmediği halde fesedilmesi’ veya ‘konu ve amacının
gerçekleştirilmesi için gerekli olan bir hükme aykırı davranılması’dır.
Önemli olan ihlal kendiliğinden andlaşmayı sona
erdirmez ama zarar gören taraflara bu yönde bir hak tanır.
2. Bir taraf
için kendi yükümlülüklerini ifa etmenin daha sonra imkansız hale gelmesi durumu:
1969 VAHS 61(1). Md: sonraki imkansızlığı eğer
imkansızlık andlaşmanın ifası için kaçınılmaz olan bir nesnenin daimi olarak
ortadan kalkması veya tahrip olması sonucu olarak tanımlamıştır. Ancak tarafın
kendi yükümlülüğünü ihlali sonucu imkansızlığa dayanması mümkün değildir.
62(2). Md.
3. Andlaşmanın
yapıldığı şartların sonradan köklü değişikliğe uğraması: rebus sic stantibus
Bir andlaşmanın yapıldığı zaman bağlanma
rızasını verdiği şartlarda daha sonra esaslı, temel ve köklü bir değişikliğin
ortaya çıkması tarafların andlaşmayı ifa etmesini engelleyebilir. 1969 VAHS 62.
Md Ancak bu ilke sübjektif yorum ve hakkın kötüye kullanılmasına mahal
verebileceği için dar yorumlanmalıdır. Yoksa andlaşmaların güvenilirliğine
tehdit oluşturur.
3. Uluslararası
hukuk ile iç hukuk arasındaki teorik ilişkiyi Monist (tekçi), Dualist
(ikici) doktrinler ve bir üçüncü yol olan Fitzmaurice görüşü açısından
açıklayınız. (5)
Monist (tekçi)
teori
uluslararası hukuk ve ulusal hukukun, hukuk denen tek bir düzenin iki parçası
olarak görür. Bu şekilde, var olan hukuk tektir ve ulusal veya uluslararası
olması bunun hususi görünümleridir. Bunun sonucu olarak, her iki çeşit hukuk
kuralları aynı etki alanı içerisinde faaliyet gösterir ve aynı düzenleme konusu
ile ilgilidir. Böyle olunca, iki system arasında çatışma olabilir. Bu durumda
uluslararası hukukun üstünlüğü genel olarak kabul edilir. Ancak bunun neden
böyle olması gerektiğine dair açıklamalar çeşitlidir: örneğin, normativist (monist-pozitivist) Hans Kelsen
hukuk düzenini hiyerarşik bir yapıda görür ve bütün hukuklar geçerliliğini
temel norm olan ‘grund norm’dan alır. Uluslararası hukuk devletlerin
uygulamasından ve ulusal hukuk uluslararası hukukta kurulmuş olan devtetin
kendisinden çıkartıldığı için, uluslararası hukuk üstündür. Hersch Lauterpacht ise, ulsulararası
hukukun üstünlüğünü bireylerin insan haklarını en iyi garanti eden system
olmasına bağlar. Benzeri bir görüş ise, monist-naturalist
görüştür ve uluslararsı hukukun üstünlüğünü daha üstün bir hukuk düzeni
olan doğal hukuk ile ilişkilendirir.
Dualist (ikici)
görüş,
uluslararası hukuk ve ulusal hukukun aynı düzenleme konusu ile ilgili olsa
bile, faaliyet alanlarının farklı olduğunu savunur. Uluslararası hukuk
devletler arasındaki ilişkileri düzenlerken, ulusal hukuk devletin içerisindeki
bireylerin hak ve yükümlülüklerini düzenler. Uluslararası hukuk, uluslararası
düzeyde konu olan meselelere uygulanırken, ulusal hukuka konu olan meseleler
bir devletin iç düzenlemelerine ilişkindir. Bunun sonucu olarak, devletin eylem
ve işlemleri uluslararası hukuka aykırılık teşkil ediyor olsa bile, eğer
geçeliliğini bu hususta açık bir iç hukuk kuralından alıyorsa ulusal mahkeme önünde
korunabilir. Böylece bir devletin uluslararası düzeyde yükümlülüklerini ihlal ediyor
olması uluslararası mahkemenin meselesi olarak kalır. Kısaca bir devlet
uluslararası sorumluluğunu yol açsa bile, kendi ülkesi içerisinde hukuka uygun
davranıyor olabilir. Çünkü ulusal mahkeme iç hukuku uygulayacaktır. Sonuç
olarak, uluslararası hukuk ve iç hukuk bir diğerini geçersiz kılamaz. Bir
system içerisinde ortaya çıkan hak ve borçlar kendiliğinden diğerine transfer
edilemez. Dualist teori bu iki hukuk düzeninin çatışması olasığını kabul etmez.
Bir üçüncü görüş Gerard Fitzmaurice (ve Anzilotti) tarafından orta yol olarak
önerilmiştir: bu görüş uluslararası hukuk ve ulusal hukukun aynı düzenleme
konusu ile ilgili olduğunu veya aynı faaliyet alanlarını paylaştığını reddeder.
Bunlar hukuk sistemleri olarak asla birbirleri ile çatışmazlar. Belki her bir
sistemin yükümlülükleri bir çatışma durumuna gelebilir ama bu durumda hangi
yükümlülüğün üstün olacağı, o mahkemenin kanunlar ihtilafı kuralları ile
halledilecek bir meseledir. Eğer böyle ise, ilgili iç hukuk kuralları
uluslararası hukukun üstün sayılıp sayılmaması gerektiğini söyleyebilir ya da
söylemeyebilir ama çözüm hala ulusal hukuk emredeceği çözüm olacaktır. Bu
haliyle Fitzmaurice görüşünün dualist teoriden çok farklı olduğunu söylemek
mümkün değildir. Farklılık uygulamasında ortaya çıkar.
4. (a) Uluslararası hukuk kişileri
kimlerdir, neden, açıklayınız. (5)
Uluslararası hukuk kişisi demek, bir varlığın
uluslararası hukuk tarafından hukuk kapasitesi ile donatılmasıdır. Uluslararası
hukuk kişisi kavramı ile, uluslararası hukukta kişiliğe sahip olmak,
uluslararası hukukun yarattığı hak, borç ve yetkilerden yararlanmak, ve bunlara
dayanarak uluslararası alanda doğrudan ve dolayısıyla davranabilmek
kapasitesidir. Hukuk kişiliği, uluslararası mahkemeler önünde hukuki iddia ve
taleplerde bulunabilmenin bir gereğidir. Bu da uluslararası kişinin
uluslararası hukukun tarafı olmasıyla mümkündür. Bu kapasitelere yani hak,
yükümlülük ve yetkilere sahip olmaya muktedir olan ve teamül hukuku tarafından
tanınan bu tür varlıkların uluslararası hukukun kişileri olarak
tanımlanabileceğini söyler.
Uluslararası hukuktaki geleneksel görüş, uluslararası
hukukun temel kişisinin bağımsız devletler olduğunu kabul eder.
Bu
görüş mamafih tartışmaya açıktır: özellikle bağımlı devletler + devlet benzeri
varlıklar + uluslararası örgütler + gerçek kişiler bakımından…
Uluslararası örgütlerin hukuk kişiliği hususunda
belirleyici olan UAD’nın BM Hizmetinde Uğranılan Zararların Tamiri Davasında
(1949) tavsiye niteliğindeki kararıdır ve BM uluslararası hukukta tazminat
talebinde bulunabilme kapasitesine ilişkindir. Divan BM’in işlevsel koruma
ilkesi altında tazminat talep edebileceğini kabul etmiştir. Bunu BM in
uluslararası hukukun bir kişisi olmasının, hak ve borçlara sahip olabilme
kapasitesinin bulunduğu ve bu haklarını koruma kapasitesinin ona uluslararası
iddia ve taleplerde bulunma yetkisini verdiğini söylemiştir. Ancak bu
yetkileri, kurucu andlaşması olan şartta belirtilen hususi amaç ve işlevlerle
sınırlıdır. Dolayısı ile bir uluslararası örgütün hukuk kişiliği, onun kurucu
belgesinde açıkça veya zımnen belirtilen işlev ve yetkilerine bakarak ve
bunların uygulamasındaki gelişmeleri dikkate alınarak takdir edilmelidir.
Bir
diğer husus ise, uluslararası hukukun bireylere bir uluslararası mahkeme önünde uygulanabilir haklar ve
yükümlülükler bahşedip bahşetmediği meselesidir. İkinci Dünya savaşından sonra
gelişen uluslararası insan hakları
hukuku yapılan muhtelif andlaşmalarla gelişmiş ve bireye uluslararası hukuk
düzeyinde uygulanabilir hakların kabul edilmesini sağlamıştır. Ayrıca bazı ilhallerden ötürü bireyin uluslararası
sorumluluğu meselesi ilk kez UDAD tarafından 1928 Danzig Mahkemelerinin Yetkisi
Davasındaki tavsiye kararında tartışılmıştır. Ikinci Dünya Savaşından sonra
kurulan Nüremberg ve Tokyo Uluslararası Askeri Mahkemelerinde uluslararası suçlardan ötürü bireylerin
cezai sorumluluğu olduğu düşüncesi ile, gerçek kişiler yargılanmıştır. Bu
ise, bireylerin uluslararası hukukun bir tarafı olarak tanınmasına neden
olmuştur. Uluslararası hukuk ve gerçek kişiler arasında kurulan bu doğrudan
ilişkiye dayanarak, sadece insan hakları hukukunu değil ama uluslararası ceza
hukuku da gelişmiş ve bu kapsamda ad hoc uluslararası ceza mahkemeleri
kurulmuştur. Bireylerin insan hakları belgeleri ile korunması kadar bunların
ihlal edilmesinden de cezai sorumlukları vardır. Böylece bireyler uluslararası
hukukun hem konusu hem de tarafı olarak kabul edilirler. Ancak uluslararası
kişilik belli konu alanlarıyla sınırlıdir.
(b) Uluslararası hukukta devlet olmanın
şartları nelerdir, örneklerle tanımlayınız. (5)
1933 tarihli Devletlerin Hak ve
Yükümlülüklerine ilişkin Montevideo Sözleşmesi’nin 1’inci maddesi uluslararası
hukukun kişisi olarak devletin aşağıdaki şu niteliklere sahip olması
gerektiğini ifade eder:
1. Sürekli
bir insan topluluğu
Daimi bir nüfüstan maksat
istikrarlı bir insan topluluğudur. Asgari bir nüfus sınırı yoktur. Göçebe
toplumlar bu durumu etkilemez. Nitekim insan topluluğu vatandaşlık iç hukuku
ile tanımlanır ama ulus devlet olmak gerekli değildir; değişik ulusal
kimlikteki topluluklar da bu şartı yerine getirirler.
2. Sınırları
belli bir ülke toprağı
Devletin sınırları arasında bir
toprak parçası bulunması gerekir. Ancak bu sınırların kesin hatları üzerinde
daimi olarak uzlaşma sağlanmış olması gerekmez. Devletin ülkesi kavramı, ülke
topraklarını onun üzerindeki hava sahasını ve yeraltındaki bütün topraklarını
kapsar. Burada önemli olan, ülke toprakları içerisinde bir siyasi topluluğun
etkili olarak yerleşmiş olmasıdır.
3. Hükümet
veya kurulu otorite
Bir ülke toprağının devlet
olabilmesi için, kendi hükümetinin olması gerekir. Hükümetin etkin icra
kontrolüne sahip olması ve bir başka devletin denetimine tabi olmaması gerekir.
Bu aslında bir derece meselesidir ve bir kez devlet ihdas edilikten sonra,
hükümet otoritesinin geçici yoksunluğu veya etkisini yitirmesi devlet olmak
niteğini ortadan kaldırmaz. Hatta devlet, hükümeti diğer devletlerin gücüne
bağlı olsa bile, varlığını sürdürür.
4. Diğer
devletlerle ilişkiye girebilme kapasitesi
Bir varlığın diğer devletler ile
ilişkilere girebilmesi kapasitesi, onun etkin icra kontolünü sadece iç
meselelerde değil, ama dışilişkilerinde de uygulabilmesini gösterir ve devletin
‘egemenliği’ veya ‘bağımsızlığı’ olarak da ifade edilir. Devlet olabilmek için,
diğer bir devletin otoritesinden hukuken bağımsız olmalıdır. Eğer bir varlık
uluslararası ilişkilerinde bir başka devletin talimatı altındaysa, devlet
olarak tanınmak hakkını kazanamaz.
(c)
Devletlerin tanınmasını kurucu ve açıklayıcı (beyan edici)
teoriler açısından açıklayınız. (5)
Devletlerin
tanınmasının hukuki etkilerine ilişkin teoriler, tanımanın uluslararası kişilik kazanmanın bir şartı mı, yoksa bir
sonucu mu olduğu sorusuna cevap verir.
i.
Kurucu tanıma teorisi: 19. yy'da pozitivizm ile gelişmiştir.
Uluslararası hukuka uyma zorunluluğu, bireysel olarak devletlerin o yöndeki
iradesinden kaynaklanır. Yeni kurulan bir devlet, yeni uluslararası
yükümlülükler yaratır ve mevcut devletlerin bu yeni yükümlülükleri tanımasına
ihtiyaç vardır. Çünkü her hukuk sistemi, kendi organları tarafından bu sistemin
taraflarını bir nihailik ve kesinlik ile belirlemek durumundadır. Uluslararası
hukuk sisteminde bu organ sadece tek başına veya topluca davranan devletlerdir
ve bunların tespiti, kesin hukuki etkiye sahiptir. İşte bu yüzden, yeni
devletlerin, mevcut devletler tarafından tanınması gerekir. Böylece tanıma,
uluslararası kişilik kazanmanın bir şartı olarak görülür.
Ancak kurucu teori şu noktalarda
eleştirilmiştir: a.) bu yeni devletlerin tanınana kadar uluslararası hukukta
hak ve borçlara sahip olamayacağı anlamına gelir. b.) Devletlerin uygulaması,
tanımanın aslında tanıyan devlet bakımından siyasi nitelikte bir karar olduğunu
göstermektedir. Öyleyse bir devletin hukuki statüsü neden bir başka devletin
siyasi tercihine bırakılsın? c.) Yine devletlerin uygulaması, tanınmayan
devlete tamamen kayıtsız kalmanın mümkün olmadığını gösteriyor. Mesela
tanınmayan devletin hava sahasından izinsiz geçilmez veya karasuları açık deniz
değildir. ç.) bir devletin uluslararası toplum tarafından tanınması için kaç
devlet tarafından tanınması gerekir? d.) bazı devlet tarafından tanınan ama
diğerleri tarafından tanınmayan yeni devletin uluslararası kişiliği çelişki
yaratır.
Gerçekten de kurucu teori,
tanımayı tamamen siyasi niteliğe bürümektedir. İşte bu yüzden Lauterpacht,
uluslararası hukuk tarafından öngörülen devlet olma şartlarına sahip bir
varlığın, mevcut devletler tarafından tanınması zorunluluğundan bahsetmiştir.
Ancak devletlerin uygulamasında, böyle bir tanıma yükümlülüğünün varlığına
rastlanmamaktadır: mesela Mançukuo, Kuzey Kore ve Doğu Almanya'nın tanınması
gibi.
ii.)
Beyan edici (Açıklayıcı) tanıma teorisi: Yeni bir
devletin kurulması bir hukuk meselesi değil ama bir olay (gerçeklik meselesi)
dir. Tanıma ise, sadece bu gerçeği kabul etmektir ve formaliteden başka bir şey
değildir. Uluslararası hukukta bir varlığın statüsü, onun başkaları tarafından
tanınıp tanınmamasına değil ama devlet olmak niteliklerine sahip olmasına
bağlıdır. Tanıma, tanıyan devletin tanıdığı devlet ile uluslararası ilişkilere
girmek isteğini ifade eden bir siyasi eylemdir. Uluslararası hukuki kişiliğin
kazanılması ise, tanımadan bağımsız bir meseledir. 1933 Montevideo Sözleşmesi 3
ve 6. md'leri, Deutsche Continental Gas Ortaklığı v Polanya (1929)
5. Ülke
kazanma yolları nelerdir, örneklerle tanımlayınız. (10)
1)
İşgal, bir devletin terra nullius
(sahipsiz) bir ülkeyi, kendi egemenliğine tabi kılmak niyet ve iradesi ile,
egemenliğini kullanarak kazanmasıdır. Bu silahlı çatışma sırasında bir devlet
toprağının işgal edilmesinden (ocupatio
bellica) farklıdır.
Bu durumu belirleyen 3 unsur vardır: i)
Ülkenin sahipsiz olması terra nullius,
yani bir başka devletin egemenliği altında bulunmaması gerekir.; ii) Egemenliğe
tabi kılmak niyeti ve egemen olarak davranmak iradesine sahip olmak gerekir (animus possidendi).; iii) Ülke ancak
etkin kontrol altına alındığında işgal edilmiş sayılır.
Sahiplenme, işgal eden devlete ülke
üzerinde kontrol sağlar. Devletin egemenlikle uyumlu faaliyetleri icra
edebilmesi gerekir ki, bu da etkin icra kontrolunün veya sürekli otoritenin
sergilenmesini içerir.
2)
Kazandırıcı zamanaşımı, bir ülke parçası üzerinde başlangıçta haksız olan
(hiç bir hukuki sebebe dayanmayan)
egemenliğin, bir başka devlet tarafından, o ülkeyi kendi egemenliğine tabi
kılmak niyet ve iradesiyle, uzun süre ve çekişmesiz olarak kullanması sonucu
kazanması durumudur. Terra nullius,
sahipsiz ülkenin işgalinden farklıdır, çünkü zamanaşımı bir başka devlete ait
olan ülke parçasının kazanılmasını içerir (Palmas Adası davası). Işgalde
egemenliğin kullanılması için bir süre şartı yoktur. Zamanaşımındaki,
çekişmesizlik, asıl egemenlik hakkı sahibinin bu züre zarfında itiraz
etmemesidir. Kazandırıcı zamanaşımının 4 şartı: i) Sahiplenme egemenlik hakkı
olarak icra edilmelidir (yani devlet otoritesi sergilenmeli ve bir başka
devletin egemenliği tanınmamış olmalı).; ii) sahiplenme barışcıl (sessiz
kalınmış olmalı veya protesto edilmeden) ve kesintisiz olmalıdır. Ancak etkili
protesto kazandırıcı zamanaşımını keser.; iii) sahiplenme, uluslararası kamuya
açık görünümde sergilenmelidir.; iv) sahiplenme sürekli ve ısrarlı olmalıdır.
Zamanaşımının gerçekleşebilmesi için, etkin kontrolün uzun bir süre devam
etmesi gerekir.
3)
Devir, bir devletin kendisine ait bir ülke parçası üzerindeki egemenlik
hakkından bir anlaşma ile bir başka devlet lehine vazgeçmesidir. Şekil önemli
değildir; önemli olan devir eden ile alan arasındaki irade birliğidir. Kuvvet
kullanma veya tehditi sonucu sağlanan rıza geçersizdir.
Tarihte çeşitli örnekleri vardır:
Lousiana’nın Fransızlar tarafından 1803 de ABD’ye satılması, Alaska’nın Rusya
tarafından 1867 de ABD’ye satılması, Bosna-Hersek’in Osmanlı tarafından 1909 da
54 milyon altına Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna satılması.
4)
Arazi oluşumu veya katılma, bir devletin egemenliğine tabi olan ülkenin, nehir
yataklarının kuruması veya deniz kıyılarının dolması, ya da volkanik olaylar ve
depremler ile yeni adalar oluşması gibi, doğal olaylar nedeniyle
genişlemesidir. Tıpkı kum, alüvyon, kil, çakıl taşları gibi toprak maddelerinin
birikmesi sonucu yavaş ve tedrici ülke toprağı genişlemesi gibi, su veya diğer
doğal etkilerle zaman içinde toprak kaybı da erozyondur. Her iki durumda doğal
olarak yavaş ve tedrici bir biçimde meydana gelmelidir. Eğer suyun akış yolunda
doğal güçler veya bir afet (mesela fırtına, sel, tufan gibi) yüzünden ani ve
şiddetli bir bir arazi bölünmesi olursa, farklı bir durum ortaya çıkar. Buna
bir hukuki sonuç bağlanamaz. Örneğin ABD ile Meksika arasında 1911 Chamizal
Hakemlik kararı.
5)
Fetih ve İlhak:
Fetih, silahlı
kuvvet kullanma yolu ile bir başka devletin egemenliğine tabi olan bir ülke
parçasının kazanılmasıdır. Ancak günümüzde kuvvet kullanma yasağı karşısında,
fetih modern uluslararası hukuka aykırı bir ülke kazanma yolu olarak sadece
tarihsel bir öneme sahiptir.
Ilhak yolu ile
kazanım ise, bir devlet tek taraflı olarak bir başka devlete ait olan ülkeyi o
devletin rızası dışında ele geçirmesidir. Burada fiili direnmenin bulunması
gerekli değildir.
Kuvvet kullanma yasağının ülke
kazanılmasına etkisi, saldırgan devletin kuvvet kullanma yolu ile ülke
kazanamayacağı ve saldırganın dayattıracağı bir devir andlaşmasının da bu
durumda hukuken geçerli olmayacağıdır.
Meşru müdafaa halinde kuvvet kullanan
bir devlet, fetih yolu ile toprak kazanabilir mi? BM Genel Kurulu tarafından 1970’de
kabul edilen Devletler arasında Dostça
İlişkiler ve İşbirliğine dair Uluslararası Hukuk prensipleri Beyannamesi
buna imkan vermez. Örnek, BM Güvenlik Konseyi ve Genel Kurulu, İsrail’in 1967
Haziran savaşında ele geçirdiği Filistin topraklarını ilhak etmeye hakkı
bulunmadığını muhtelif defalar teyid etmiştir. Yine Irak’ın 1990’da Kuwait’i
ele geçirip, daha sonra kendisinin 19’uncu eyaleti yapmak niyeti ve iradesi
üzerine, BM Güvenlik Konseyi’nin 662 ve
664 sayılı kararları ile Kuwait’in
fethini batıl ilan etmiş ve ilhakının hiç bir hukuki geçerliliğinin olmayacağı
söylemiştir.
6. Devletin
cezai yetkisinin dayandığı esaslar nelerdir, örneklerle açıklayınız. (10)
a)
Ülkesellik İlkesi:
Her devlet ülkesi içerisinde mutlak ve
münhasır egemenlik haklarına sahiptir. Bütün bağımsız egemen devletlerde bu
egemenlik hakkının en temel görünümü, ülke sınırları içerisinde işlenen suçlar
üzerinde yetki sahibi olmaktır. Böylece bir ülkede bulunan birey orada işlediği
suçtan ötürü, ülke devletinin kamu düzenini uygulama yetkisine tabi olacaktır.
Devlet ülkesinde işlenen bütün suçlar bakımından, faili yargılama ve
cezalandırma yetkisine sahiptir. Burada suçun işlendiği yer esas alınır ama
devletin cezai yetkisi kendi ülkesi ile sınırlı değildir. Bu son durum
uygulamada ülkesellik ilkesinin iki şekil almasına neden olur: eğer suç bir
devletin ülkesinde işlenmeye başlanmış ama bir başka devletin ülkesinde
tamamlanmış ise,
·
Objektif
ülkesellik ilkesi: suçun nihayete erdiği veya sonuçlarının doğduğu
ülkenin devleti, cezai yetkisini objektif ülkesellik ilkesine dayanarak
kullanabilir.
·
Subjektif
ülkesellik ilkesi: suç eyleminin başladığı ülkenin devleti, cezai yetkisini
subjektif ülkesellik ilkesine dayanarak kullanabilir.
Örnek: Fransa ile Türkiye arasındaki 1927 Lotus-Bozkurt davasında UDAD,
denizde çatma sonucu Türk bandıralı gemide oluşan can kaybı ve maddi hasar
uluslararası sularda meydana gelmesine rağmen, Fransız gemisi Lotus’un İstanbul
limanına demirleyerek Türk deniz ülkesine girmesinin, Türkiye’ye objektif
ülkesellik ilkesine dayanma hakkını verdiğini kabul etti.
b)
Vatandaşlık ilkesi:
Devlet, nerede olursa olsun kendi
vatandaşı üzerinde ve nerede işlenirse işlensin suçlar hakkında, kendi ceza
kanunlarını uygulamak ve ihlali yüzünden yargılama ve cezalandırma yetkisine
sahiptir. Bu vatandaşın tabiyetinde bulunduğu devlete karşı olan sadakat
ilkesinin bir sonucudur.
Ancak vatandaşlık ilkesinin uygulanması,
birden fazla devletin paralel yetkilerinin doğması ve çatışmasına sebep
olabilir. Bu çifte vatandaşlık yüzünden olabileceği gibi, vatandaşlık ve
ülkesellik gibi bir başka prensibin aynı durumda uygulanabilir olmasından
kaynaklanabilir.
Tunus ve Fas’ta
Vatandaşlık Kararları davasında (1923) UDAD, vatandaşlık meselelerinin
bütünüyle devletin yetkisi içerisinde olmasını bir teamül kuralı olarak
görmüştür. Yine 1930 tarihli Vatandaşlık
Kanunlarının İhtilafı Hakkındaki La Haye Sözleşmesi, her bir devletin kendi
kanunlarına göre kimin kendi tabiyetinde olduğunu tespit etmek keyfiyeti vardır
hükmünü içerir. Bütün bunlar, uluslararası hukukun devletin istediğine
vatandaşlık verebilmesi hakkına bir
sınır getirmediğini gösterir.
Birden fazla devletin vatandaşlığına
sahip bireyin üzerinde ilgili devletlerin yetki çatışması olması halinde, Nottebohm davası (1955) kişi ile ona
vatandaşlık bahşeden devlet arasında gerçek (özgün) bir ilişki olması
gerektiğini söylemiştir. Bu gerçek vatandaşlık ilkesi iki esasa
dayanabilir: i) vatandaşlığın, vatandaş olan anne veya babadan geliyor olması (jus sanguinis-nesep vatandaşlığı) ya da
ii) vatandaşlığı kazandığı devletin ülkesinde doğmuş olmak (jus soli-doğum yeri
vatandaşlığı)
c)
Koruma veya Güvenlik ilkesi:
Devlet, ülkesi dışında yabancılar
tarafından kendi ulusal güvenlik, ülkesel bütünlük veya hayati ekonomik
çıkarlarına karşı işlenmiş olan suçlar üzerinde cezai yetki iddia edebilir.
Ancak bu tür eylemler sadece siyasal meseleler, örneğin casusluk, darbe,
kalpazanlık, göçmenlik veya ekonomik suçlarla sınırlı değildir. Bazı devletler
koruma kavramına çok geniş bir yorum getirerek, bu ilkeyi kötüye
kullanmaktadırlar. En önemli örnek, 1962
Eichmann davasında İsrael’in soykırım iddiasıyla Arjantin vatandaşı olan
eski Alman naziyi kaçırmasıdır. Yine Panama Devlet Başkanı Noriega’yı ABD’nin
bir darbe ile düşürdükten sonra kaçırmasıdır. Son senelerde, ABD bu ilkeyi çok
geniş yorumlayarak kendi ulusal ceza hukukunu yurtdışındaki yabancılara teşmil
etmeye başlamış ve göçmenlik, ispiyonaj, uyuşturucu ticareti ve terrörism
suçlarının yanısıra, Amerikan ticari menfaatlerine dokunan durumlarda da dış
ilişkiler politakasının dayanağı yapmıştır. Örneğin Küba’ya karşı Küba ile
ticaret yapan bütün devlet, kişi ve şirketlere ABD tarafından uygulanan ikincil
boykotlar.
d)
Pasif Kişisellik İlkesi:
Bu ilke ile, devlet cezai yetkisini,
mevcut veya potensiyel mağdurun vatandaşlığı esasına dayanarak iddia eder. Yani
devlet yabancılar tarafından ülke dışında yapılan eylemler hakkında, kendi
vatandaşını mağdur ettiği veya edebileceği düşüncesi ile, cazai yetki iddiasında
bulunur. Böylece devlet, kendi vatandaşlarına zarar veren ya da verecek olan
davranışlarından ötürü yurdışında bulunan yabancıları yargılamak ve
cezalandırmak yetkisine sahip olur. Ancak 1935
Harvard Araştırmaları Sözleşme Tasarısı, bu ilkenin teamül kuralı olarak
haklı gösteren devlet uygulamalarının bulunmadığını teyid etmiştir. Nitekim
buna ilişkin örnekler ABD ve Meksika arasındaki Cutting davası ve yine Alvarez-Machain
davası, ve ABD ile İtalya arasında Achille
Lauro meselesi nispeten sınırlı iken, son yıllarda ABD uluslararası
terrörism ile savaş kısvesi altında bu ilkeyi yaygın bir şekilde kullanmaya
başlamıştır.
e)
Evrensellik ilkesi:
Diğer bütün ilkelerde, suçun işlendiği
yer, failin vatandaşlığı, mağdurun vatandaşlığı veya suçun ülke güvenliği ve
çıkarlarına zarar vermesi gibi yetki iddiasında bulunan devlet ile bir somut
bağ varken, evrensellik ilkesi bunlardan tamamen farklı bir esastan hareket
eder. Devlet, suçun faili kim olursa olsun, suç dünyanın neresinde işlenirse
işlensin, suçun mağduru kim olursa olsun, suçun niteliği dolayısı ile kendini
yargılamak ve cazalandırmak hususunda yetkili adleder. Bunun arkasındaki mantık
şudur: bazı suçlar öylesine ağırdır ki, uluslararası kamu düzenini ihlal eder
ve uluslararası toplumun tamamına karşı işlenmiştir. Insanlığa karşı işlenen bu
suçlardan ötürü uluslararası toplumun herbir üyesi mağdur olmak sıfatı ile,
toplum adına ve hesabına suçun faillerini yargılamak ve cezalandırmak yetkisine
sahiptir.
Evrensel yetkinin icra edilmesinde iki
türlü yaklaşım sözkonusu olabilir: i) failin tutuklamayı yapan devletin
ülkesinde bulunması evrensel yetkinin kullanılmasına imkan tanır. ii) suçlu
kendi ülkesinde tutuklu olsun olmasın devlet yinede evrensel yetkisini
kullanır. Doğal olarak, son görüş gıyabında yargılamayı gerektirir. Buna iyi
bir örnek, Şili eski devlet başkanı Augusto Pinochet’in gıyabında İspanya’da
başlatılan yargılama için, İngiltere’den iadesinin istenmesi davasıdır.
Evrensel yetki, bu yetkiyi iddia eden forum devletinin iç hukukundaki ceza
yasalarından kaynaklanabileceği gibi, uluslararası anlaşmalardan da
doğabilir. Uçak kaçırma, işkence yasağı, soykırım suçu, denizde seyrüseferi
engellemeya karşı ve terörizmi önleme sözleşmeleri bu alanlarda taraf
devletlere evrensel yetki tanır. Ancak uluslararası teamül hukuku,
korsanlık, kölelik ve köle ticareti, uçak kaçırma, soykırım suçu ve savaş
suçları gibi evrensel suçlar bakımından, uluslararası toplum üyesi devletlere
evrensel yetki tanımaktadır. Tevkif
Müzekkeresi davasında, UAD bu suçların muhtemel jus cogens niteliğinden
bahsetmiştir. Ancak bu oldukça tartışmalı bir husustur.
7. (a) Ratione personae ve ratione
materiae bağışıklık nedir, uygulamasına örnek veriniz. (5)
Ratione
Personae bağışıklıktan, devlet
başkanları ve bazı diğer yüksek dereceli resmi görevliler görevdeyken
yararlanırlar ve bunların tüm resmi ve kişisel özel eylem ve işlemlerini
kapsar. Görevden ayrıldıklarında, bu muafiyet ortadan kalkar. Bu bakımdan ratione
personae bağışıklık, söz konusu kişilerin kategorilerini tanımlamak için
uygulanır ve uygulandığı kişiler tarafından prima facie iddia
edilebilir.
Ratione
Materiae bağışıklık ise, konu veya
işlevsel bağışıklıktır. Bütün devlet görevlilerini, halen görevde bulunması
veya görevden ayrılmış olmasına bağlı olmadan, resmi kapasiteleri ile yapmış
oldukları bütün faaliyetleri bakımından yabancı devletin ulusal mahkemesinin
yetkisinden korur. Ratione materiae ile, muafiyetin özü veya esası
bakımından uygun bir şekilde iddia edilip edilemeyeceğini tespit edilir. Buna
göre, ratione materiae bağışıklığın kapsamı, ratione personae'den
çok daha geniştir. Çünkü eski devlet başkanları ve eski yüksek düzeyli hükümet
görevlilerinin, devletin işlevlerini yerine getirirken ifa ettikleri bütün
resmi eylem ve işlemleri içerir.
(b)
Jure imperii ve jure gestionis eylemler nedir, örneklerle
tanımlayınız. (5)
Başlangıçta devletlerin uygulaması yabancı
egemene kendi ulusal mahkemelerinin yetkisinden mutlak bağışıklık tanımak yönünde gelişti. Çünkü ne zaman bir
yabancı devlet bir ulusal mahkemede taraf olduğunda itiraz ederse veya davalı
olursa, sırf devlet olduğu için mahkemenin yetkisini kullanmasından muafiyet
iddia edebilirdi. Bu bağışıklık savunması onun bir yabancı egemen olarak
statüsünün tanınmasının bir sonucu idi ve artık bu durumda ihtilafın esasına
girmek imkanı ortadan kalkardı. Böylece devlet sadece diğer devletlerin ulusal
mahkemelerinin yargı yetkisinden mutlak bağışıklığa sahip olmakla kalmaz ama
her türlü yargı kararının icra edilmesinden de mutlak bağışıklık iddia
edebilirdi. Ancak özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra, uluslararası
ticaretin gelişmesi ve ticari ilişkilerin düzenlenmesindeki yapısal değişikler
ile bireyin halkarına yönelik kaygılar sınırlı
bağışıklık doktrinin gelişmesine yol açtı.
Bu sınırlı bağışıklık doktrini uyarınca artık
yabancı devlet ulusal mahkemelerin yetkisinden belli sınıflardaki işlem ve
eylemlerinden ötürü bağışıklık iddia edebilir. Bu da jure imperii ve jure
gestionis işlemler arasında bir fark gözetmeyi gerektirir:
Jure imperii işlemler devletin egemen
otoritesini icra ederken yapmış olduğu resmi nitelikteki kamusal işlemleridir.
Bunlar bakımından devletin bağışıklığı vardır.
Jure gestionis ise, devletin yaptığı özel
nitelikteki ticari işlemleridir. Bunlar bakımından devlet ulkesel egemenin
yetkisine tabidir.
8. (a) Devletin sorumluluğunun dayandığı
teorik esaslar nelerdir? (5)
Uluslararası hukuk (tortious) haksız fiil ve
(contractual) sözleşmesel sorumluluk arasında bir fark gözetmez. Uluslararası
teamül (örf ve adet) kuralı veya bir andlaşmanın ihlali aynı hukuki çarenin
uygulanmasına neden olur: o da, zararın beyanı veya giderilmesidir.
Sorumluluğun işleyişinin dayandığı teorik esasları
açıklayan iki temel teori vardır:
1. Objektif
sorumluluk teorisi:
Tehlike sorumluluğudur. Objektif sorumluluk netice
itibarıyla sorumluluktur. Bir uluslararası yükümlülüğü ihlal eden hukuka
aykırı fiil, ilgili devlet bakımından herhangi bir niyet veya kusur
aranmaksızın, bir kez ortaya çıktığı zaman devletin sorumluluğu doğar.
Fransa ile Meksika arasındaki 1929 Claire
Davasında Franko-Meksika Talepler Komisyonu, devletin objektif sorumluluğu
doktrinini “kendi memurları veya organlarının işledikleri eylemlerden ötürü,
kendileri bakımından bir kusurun yokluğuna rağmen, sorumlu tutulmaları” olarak
tanımlamıştır.
2. Sübjektif
Sorumluluk teorisi:
Kusur sorumluluğudur. Grotius görüşü olan culpa
veya dolus malus bütün durumlarda bu tür sorumluluğun esasını oluşturur.
Dolus malus, aldatma niyeti iken, culpa kusura dayalı sorumluluk türlerini
kapsar. Kusur, ihmalden dikkatsizliğe kadar her türlü davranıştan
doğabilir. Böylece, sübjektif sorumluluk esası, devlet veya onun
memurlarının uluslararası sorumluluğunun belirlenmesindeki kusur veya
ihmallerinin bulunması şartını ifade eder.
İngiltere ile ABD arasındaki 1920 Home Missionary
Society Talepleri Davasında Hakemlik Mahkemesi, hiç bir hükümetin, iyi
niyetin ihlalinden suçlu olmadığı veya isyanı bastırmada ihmali bulunmadığı
hallerde, otoritesinin ihlali suretiyle bir grup isyancı adamın eylemlerinden
ötürü sorumlu tutulamayacağı uluslararası hukukun en iyi yerleşmiş bir
prensibidir, demiştir. [kusur için Yunanistan ile İngiltere arasındaki 1956 Limehouses
(Denizfeneri) Tahkimi ve bilmek şeklinde kusur için 1949 Korfu Kanalı
Davasında]
Öte yandan, devletin kusursuz sorumsuzluğu hem
devletlerin uygulamasında, hem de UDAD ve UAD ile hakemlik mahkemelerinin
içtihatlarında hakim görüştür. 2001 ARSIWA sanki devletlerin sorumluluğunu
düzenleyen ikincil kuralların objektif formülünü içeriyor görünümünü
vermektedir. Kusura dayalı sorumluluk esasından uzaklaşmanın bir nedeni, kusuru
ihdas edecek yeterli bir usuli mekanizmanın eksikliğidir. En azından ihmal
durumunda olmasa da, netice itibarıyla sorumluluğun haksız fiiller için kabul
edilen bir sorumluluk rejimi olduğu görülmektedir.
(b)
Uluslararası sorumluluk bakımından özel hukuk kişilerinin haksız fiilleri
devlete isnat edilebilir mi, neden, örneklerle açıklayınız. (5)
Genel bir
prensip olarak, özel hukuk kişileri veya varlıklarının eylemleri
uluslararası hukukta devlete isnat edilemez.
Bunun istisnası, eylemde bulunan kişi
ile devlet arasında gerçekte var olan hususi bir ilişkinin bulunmasıdır. Bu
ise iki halde olabilir. (2001 ARSIWA 8. Madde)
a. Özel
hukuk kişilerinin devletin talimatları altında haksız fiili işlemiş olmasıdır.
b. Özel
hukuk kişilerinin devletin yönlendirmesi (idaresi) veya kontrolü
(denetimi) altında davranmasıdır.
O halde, özel hukuk kişilerinin
eylemleri devlete: a.) bunların
davranışları devlet tarafından yönlendiriliyor veya kontrol ediliyorsa, b.) bunların
davranışları devlet tarafından tanınıyor ve benimseniyorsa isnat
edilebilir.
Burada etkililik prensibinin
belirleyici önemi vardır.
Kontrol durumunda iki test
uygulanır: a.) etkili kontrol testi
ve b.) genel olarak kontrol testi.
Etkili
kontrol testi: Devleti özel
hukuk kişisinin davranışından dolayı sorumlu tutabilmek için, bu kişilerin
eylemlerinin herbiri üzerinde etkili kontrolünün bulunması gerekir. Örneğin ABD
ile Nicaragua arasındaki Nicaragua Davasında (1986) Contra'ların eylemlerinin
ABD'ye isnat edilmesi iddiası.
Genel
olarak kontrol testi: Devleti özel
hukuk kişisinin davranışından dolayı sorumlu tutabilmek için, bu tür kişiler
tarafından yapılan eylemlerin üzerinde genel olarak bir kontrolünün bulunması
yeterlidir. Eğer öyle ise, ilgili özel kişilerin herbir eylemi, artık her hangi
bir hususi eylemin devletin kontrolune özellikle tabi olup olmadığına
bakılmaksızın, o devlete isnat edilebilecektir. Bu test, Eski Yugoslavya
Uluslararası Ceza Mahkemesinin Temyiz Bölümü tarafından Tadić Davasına (1999)
uygulanmıştır. Ancak UAD Bosna ile Sırbistan arasındaki Soykırım Sözleşmesinin
Uygulanması Davasında, genel olarak kontrol testini reddetmiş ve devletin
sorumluluğunun kapsamını temel ilkelerin ötesinde genişlettiği görüşünü
benimsemiştir.
Devlet tarafından tanınması ve
benimsenmesi durumunda, özel hukuk kişilerinin davranışları o devlete isnat
edilebilir. ABD ile Iran arasındaki Tahran'da Amerikan Diplomatik ve
Konsolosluk Personeline ilişkin Davada (1980) UAD, Khomeini'nin 17 Kasım 1979
tarihli kararını, Amerikan Büyükelçiliğinin işgalinin ABD tarafından devrik
İran Şahı'nın iadesine kadar sürdürülmesi isteği yüzünden, bir isnat vesilesi
olarak değerlendirmiştir.
(c) Devletin
sorumluluğunu ortadan kaldıran haller nelerdir? (5)
BM Uluslararası Hukuk Komisyonu tarafından hazırlanan 2001
tarihli Devletin Uluslararası Haksız Fiillerden Ötürü Sorumluluğuna İlişkin
Taslak Maddeleri (Articles on the Responsibility of States for Internationally
Wrongful Acts - ARSIWA) bir haksız fiilin uluslararası sorumluluğa yol
açmadığı, yani devletin sorumluluğunu ortadan kaldıran belli bazı halleri 5’
inci Bölümde “Hukuka aykırılığı engelleyen haller” olarak saymıştır:
1. Haksız fiilden zarar gören devletin rızası: Haksız fiilin
mağdur devletin rızası sonucu meydana gelmesi, devletin sorumluluğunu ortadan
kaldırır (volenti non fit injuria). Bununla beraber, rızanın geçerli bir
rıza olması ve haksız fiilin rızanın verildiği sınırlar içerisinde kalması
gerekir. Yaygın örnek, bir devletin yazılı talebi üzerine bir başka devletin o
devletin ülkesine asker göndermesi.
2. Meşru Müdafaa: Hukuka
aykırılık, haksız olan fiilin BM Şartının öngördüğü meşru müdafaa sayılan yasal
bir tedbiri teşkil etmesi halinde, ortadan kalkar. Ancak bu her meşru müdafaa
teşkil eden fiilin haksızlığını ortadan kaldırmaz. Mesela insan hakları,
insancıl hukuk ve çevre hukukunu ihlal ediyorsa artık meşru sayılamaz (Nükleer
silahların Tehditi ve Kullanılmasının Hukuka Uygunlugu Tavsiye kararında
UAD çevreye saygının meşruiyet kıstası olduğunu söyledi).
3. Karşı-Tedbir: Aslında
karşı-tedbir eskiden misilleme kapsamında ele alınıyordu. Ama burada
devletlerin karşı-tedbir hakkı, zorlayıcı kuvvet kullanmayı içermeyen bir
misilleme şeklidir. Ancak zollayıcı olmasada, beklentisel ileriye yönelik (anticipatory)
karşı-tedbir hukuka aykırıdır. Çünkü karşı-tedbir ancak ortaya çıkmış haksız
fiile karşı bir cevap mahiyetindedir. Nitekim, Gabcikovo-Nagymaros Projesi
Davasında UAD, bir başka devletin daha önce yapılmış haksız fiiline karşı
bir cevap olarak ve sadece o devlete karşı yapılabileceğini / zarar gören
devletin karşı-tedbire başvurmadan önce haksız fiilde bulunan devlete, haksız
fiilini durdurma veya tazminat verme uyarısında bulunması / zarara uğratan
devletin zararı ile uygulayacağı karşı-tedbirin sonuçları arasında bir
orantılılık olması / karşı-tedbirin amacının haksız fiilde bulunan devleti
uluslararası yükümlülüklerine uymayı sağlamak / geçici olması gerektiğini
söylemiştir.
4. Mücbir Sebep (force majeure): 2001 ARSIWA
mücbir sebebi, devletin kontrolu dışında gelişen, yükümlülüğünü yerine
getirmeyi madden imkansız yapan hallerde karşı konulamayan bir gücün veya
öngörülemeyen bir olayın meydana gelmesi olarak tanımlar. Böyle bir durum veya
olay devletin sorumluluğunu ortadan kaldırır. Buradaki ispat külfeti oldukça
ağırdır. Ancak mücbir sebep durumu buna dayanan devletin kendi davranışı
yüzünden ortaya çıkmış ise, veya bu durumun ortaya çıkma riskini tahmin etmiş
ise o zaman sorumluluktan kurtulamaz. Örnekler, Sırb Borçları davası, Osmanlı
Borçları davası ve Belçika Ticaret Ortaklığı davası. Ama çok daha ilginç bir
örnek dava Gökkuşağı Savaşcısı (Rainbow Warrior) davasıdır: iki Fransız
istihbarat servisi ajanı Green Peace’e bağlı Rainbow Warrior gemisi Yeni
Zelanda limanına bağlı iken, gemiye binmiş patlayıcı maddeler yerleştirmiştir.
Bu terrorist eylem sonucu patlayan bombalar ile gemi büyük zarar görmüş ve bir
tayfanın ölümüne, çok sayıda kişinin yaralanmasına neden olmuştur. Yeni Zelanda
terrorist Fransız ajanlarını yakalamış ve yargılayarak 10 yıl hapse mahküm
etmiştir. Yeni Zelanda hükümeti, Fransız devletinin taleplerine karşı BM Genel
sekreterinin teklifi ile, cezalarının kalan 3 yılını Fransız Polenezya’daki Hao
Adasında geçirmek şartı ile, Fransız Hükümetinin taahütü üzerine, Fransa’ya
teslim etmiştir. Fransa ise, iki terrorist ajandan yüksek rütbeli olanını
teslim alır almaz, taahütünden dönerek hemen Fransa’ya göndermiştir. Yeni
Zelanda ile arasındaki tahkim davasında, Fransa bu kararını tıbbi aciliyetin
yol açtığı mücbir sebebe dayandırmıştır. Ancak Hakemlik Mahkemesi, tıbbi
aciliyetin ‘kesin ve maddi imkansızlık’ olarak tanımlanamayacağı gerekçesi ile,
Fransa’nın mücbir sebep savunmasını reddetmiştir.
4. Zaruret
Hali: Haksız fiil, devlet için fevkalade ağır ve çok yakın bir tehlikeye
ile tehdit edilen temel bir menfaatini korumak için başvurabileceği tek yol
ise, zaruretten sözedilebilir. Ancak devletin zaruret halindeki eyleminin, bir
başka devletin veya bir bütün olarak uluslararası toplumu oluşturan devletlerin
temel menfaatine yönelik bir uluslararası yükümlülüğünü ciddi bir şekilde ihlal
etmemelidir. Uluslararası teamül hukukunda zaruret hali savunması çok sıkı
kıstaslara bağlanmıştır: 1) aşırı aciliyetin yarattığı olağanüstü şartların
bulunması; 2) en kısa sürede mevcut durumun yeniden ihdası; 3) haksız fiilde
bulunan devletin bunu iyi niyetle yapmış olması gerekir. Gabcikovo-Nagymaros
Projesi Davasında UAD, Macaristan’ın andlaşma ile taahüt ettiği baraj
projesinden, yapılması halinde çevre için muazzam zararlı sonuçlar vereceği
gerekçesiyle, vazgeçmesi üzerine ortaya çıkan andlaşmanın ihlalinden ötürü
sorumluluğunu zaruret hali savunmasına dayandırmasını red etmiştir. Çünkü
Macaristan ne ağır bir tehlikenin varlığını, ne de bu tehlikenin çok yakın
olduğunu ispatlayabilmiştir.
5. Iztırar Hali:
Iztırar, haksız fiilde bulunanın, ya kendi hayatını veya kendi himayesine
bırakılmış diğer insanların hayatını kurtarmak için başka hiçbir makul yolun
olmadığı hallerde ortaya çıkar. Ancak ıztırar hali savunması, ona dayanan
devletin kendi davranışı yüzünden ortaya çıkmışsa, ya da sözkonusu fiil haksız
muhtemelen kendisiyle kıyaslanabilir veya daha büyük bir tehlike yaratırsa, o
zaman hukuki geçerliliğini kaybeder. Bunun arkasındaki mantık, insan hayatı
pahasına uluslararası yükümlülük gözetilemez ilkesidir. Örneğin, bir yabancı
devletin ülkesine yolcularının hayatını kurtarmak üzere izinsiz giriş yapan
uçağın egemenliği ihlal etmesi ıztırar halinde maruz görülebilir.
6. Amir
kurallara uyma hali: Uluslararası genel hukukun buyruk kurallarının
gerektirdiği hallerin, fiilin haksızlığı ortadan kaldırdığı kabul edilir.
9. (a) Yabancı vatandaşın tabi olacağı
muamelenin standartına ilişkin görüşler nelerdir, açıklayınız. (5)
Tarihsel olarak, Batılı emperyalist devletler yabancı
vatandaşın korunması için uluslararası asgari bir standartın bulunduğu
öne sürmüşlerdir. Her devletin, ülkesindeki kendi vatandaşlarına nasıl muamele
ederse etsin, bu minimum standarta uyması gerektiğini savunmuşlardır. Çünkü bu
Batılı gelişmiş devletler yurtdışındaki yatırım ve vatandaşlarının korunmasını,
ve bunların malvarlıklarının güvencede olmasını kendi menfaatlerinin bir gereği
olarak görmüşlerdir. Böylece bir devlet iç hukuku ile kendi vatandaşlarının
tabi olacağı muameleyi daha düşük seviyede öngörse bile, ülkesinde bulunan
yabancılara uluslararası asgari standartları uygulamak yükümlüdür.
Buna karşılık, gelişmekte olan devletler ile sosyalist
devletler, uluslararası hukuk tarafından kapitalist devletler lehine yaratılan
bir imtiyaz olarak gördükleri uluslararası asgari standartın yerine, ulusal
standartların uygulanmasını istemişlerdir. Buna göre, yabancı vatandaş
sadece ilgili devletin kendi vatandaşı ile aynı şekilde ve eşit şartlarda
muamele görme hakkına sahiptir. Böylece ulusal standart, kendi vatandaşı ile
yabancı vatandaş arasında ayırımcılık yapılmasını önlemekten başka bir şey
değildir.
Latin Amerikan devletleri, batılı emperyalist
devletlerin uluslararası asgari standart kavramını kendilerinin içişlerine
karışma aracı olarak öne sürdüğünü düşünerek, Calvo doktrinini kabul
etmişlerdir. Calvo dokrini üç unsuru içerir: i) içişlerine müdahale etmemek
ilkesi; ii) yabancılara tanınacak haklar ancak kendi vatandaşına verilen haklar
kadardır; iii) yabancı vatandaşın iddia ve talepleri sadece iç hukukta
karşılanır.
Bu görüş ayrılıklarına karşı, 1956 yılında
(Uluslararası Hukuk Komisyonu raportörü Garcia-Amador tarafından) yabancıların
korunması meselesinin genel olarak uluslararası insan hakları hukuku
prensipleri asgari standart kabul edilerek aşılması istenmiştir.
Uluslararası hukukta durum: 19. yy sonu ve
20. yy başındaki davalar uluslararası standartlara atıfta bulunmaktadır.
Örneğin Neer davası, Garcia davası, Roberts iddiası, Polonya’nın Yukarı
Silesia’ında Bazı Alman Menfaatleri davası gibi. Bazı devletler ise, kendi
vatandaşları için yabancı devletin ülkesinde bir takım bağışıklıklar ve
ayrıcalıkları andlaşmalar yolu ile temin etmişlerdir. Örneğin, Çin, İran, Mısır
ve Türkiye (kapütilasyonlar) gibi. Öte yandan, Latin Amerika’da yapılan Devletlerin
Hak ve Yükümlülüklerine İlişkin 1933 Montevideo Sözleşmesine göre (9. Md),
yabancılara ülke vatandaşlarının sahip olduğundan başka veya fazla haklar
verilemez. Nitekim 1982 TC Anayasası da aynı görüşü benimser. Bu görüşlere
karşılık, son yıllarda uluslararası insan hakları hukukundaki gelişmeler ile,
ortaya çıkan prensipler, devletlerin yabancı vatandaşlara karşı yapacağı
muamelenin en azından bazı medeni ve siyasal haklar hususunda asgari uluslararası
standartları oluşturduğu kabul edilmektedir.
b) Diplomatik himaye hakkının
kullanılabilmesinin prima facie şartları nelerdir, açıklayınız. (5)
uluslararası hukukta her devletin kendi vatandaşını diplomatik himayeye
hakkı vardır. Bu, bir vatandaşının bir başka devletin elinde zarar görmesi
halinde, vatandaşlığını taşıdığı devletin onun için bir talepte bulunabilmesi
anlamına gelir. Ancak devlet böyle bir talepte bulunmak mecburiyetinde
değildir. Eğer bir kez böyle bir iddiada bulunursa, artık bu ilgili
vatandaşının değil ama devletin kendisinin iddiası haline gelir.
Diplomatik himaye hakkının kullanılabilmesinin ilk şartı, haksızlığa uğrayan kişinin diplomatik
himaye hakkını kullanacak olan devletin vatandaşı olmasıdır. Genellikle
uluslararası hukukta benimsenen görüşe göre, ilgili kişinin vatandaşlığının
belirlenmesi iddiada bulunacak devletin iç hukukuna tabidir. Ancak uluslararası
hukukta böyle bir diplomatik himaye hakkının dayanağını teşkil eden
vatandaşlığın bahşedilmesinde uluslararası kriterler de gözetilir. 1955
Nottebohm kararı, bir devletin diplomatik himaye iddiasında bulunmadan önce, o
devlet ile zarar gören vatandaşı arasında bir “gerçek bağ” olması gerektiğini
öngörmüştür. Bu durum özellikle iki halde ortaya çıkar: i. Zarar gören birden
fazla devletin vatandaşlığını taşıyorsa ve ii. Zarar görenin davalı devlet ile
olan bağlantısı , diplomatik himaye talebinde bulunan devlet ile bağlantısından
daha fazla ise.
Yerel yolların tüketilmesi bir diğer şarttır. 2001 ARSIWA 44.maddede
yerel çarelerin tüketimesi kuralının uygulandığı ama bu yerel çarelerin etkili
bir şekilde tüketilmediği iddia ve talepler bakımından devletin sorumluluğuna
başvurulamayacağı öngörülmüştür. Bunun anlamı şudur: yabancı vatandaş ihlal
edilen haklarının geçerliliğini yeterince doğrulayabilmek için önce kendisine
yerel hukukta tanınan bütün yolları tüketmelidir. Vatandaşlığını taşıdığı
devletin yaptığı iddia uluslararası hukukta başarısı buna bağlıdır. Bu kuralın
esasen pratik amacı vardır: uluslararası mahkemelerin mahalli düzeyde çok daha
kolay ve masrafsız halledilebilecek devletler arası uyuşmazlıklar ile meşgul
edilmemesidir. Böylece adaletin en etkili bir şekilde temin edilmesi
sağlanabilir. Ancak yerel çarelerin tüketilmesi kuralı sadece diplomatik himaye
ve yabancı vatandaşın zarar gördüğü durumlara uygulanır. Devletin devlete karşı
olan doğrudan sorumluluk hallerinde uygulanmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder